25 Kasım 2008 Salı

Beni Bye Bye Türkçe Demek Zorunda Bırakmayın

Zamanında arkadaşlarla konuşmuşuzdur, kendi dilini ihmal edip yerli yersiz ingilizce kelime kullanan insanlara ''bye bye türkçe'', ''türkçe off'' gibi gerçekten ucuz kelime oyunlarıyla direnç göstermek, belki o davranıştan bile daha embesilce gözüküyo diye. Bye bye türkçe, aman ne ironik, ne kadar iğneleyici, adamlar delik deşik oldu. Yok böyle bişey.

Peki o zaman ben neyin peşindeyim? Yani hiçbir zaman öyle bir dil polisi filan olmadım, isteyen istediği gibi konuşsun etsin, banane. Ama bunun bile bir sınırı var. Nedir o sınır. Facebook'ta gördüğü herhangi bir olumsuzluğa çemkirme sıradanlığına düşme pahasına şunu diyecem. Soracam ya da. Oraya neden ruh halinizi, yaptığınız şeyi, yediğiniz naneyi ingilizce yazıyorsunuz? Gerçekten amacım geneli eleştirip kendimi bir fildişi kuleye kapamak değil. Samimi olarak merak ediyorum. Nedir yani?

Abi neden onu türkçe yazmıyosun ki? Toefl sınavına girip ordan 100 küsür puan alman, senin o sınavdaki başarını insanlara ilan ederken dil olarak ingilizceyi kullanmanı gerektirmiyor ki. O sınava girdin bitti, daha iyi bi işin olucak, daha çok maaş alıcaksın, tamam kabul. Ama niye tutup arkadaşlarınla paylaştığın bu ortak alana toefl ingilizcenle çıkıyorsun. Ben zaten onu bilirim sınavdan şunu aldım dediğinde, bir de o ilan cümlesini ingilizce yazarak ben ingilizcemle sizin mnıza korum mu demek istiyosun? Eğer öyleyse küfretmek senin gibi tatlı bi kıza hiç yakışmıyo. Ayrıca o küfürün de kendi kadar çiğ bir panzehiri vardır. Onu da söyliyim.

Şimdi bakıyorum, iş arıyor, ''lookin' for a job'' yazmış. Bir de daha salaş ha, konuşma diliyle, artık o kadar hemhal oldu ki ingilizceyle, 'g' yi yutabilme samimiyet eşiği çoktan aşıldı. Bu cümle neden ingilizce kuruluyor, mantığı nedir, microsoft ceoluğu için açık kapı mı bırakılıyor. Nedir yani gerçekten anlamıyorum ve merak ediyorum.

Bence, harika bir şekilde ingilizce bilip, yine de birden çok kişi tarafından bakılıp mesajın paylaşılacağı ''facebook status'' ya da ''msn status'' gibi ortak alanlarda, eğer bir replik ya da şarkı sözü filan yazmıyorsak, meramımızı türkçe olarak anlatabiliriz. Zaten neden böyle yapmıyoruz ki?

Bi dakka şu türk bayrağını asıyım gelicem.

(He bu arada, türkçe bilmeyen arkadaşlarına laf anlatmaya çalışan o güzel insanları bir kenara ayırıyorum. Bu kabul edilebilir sanırım.)

23 Kasım 2008 Pazar

Tavşan Atlet Olduğunun Farkında Olmayan Tavşan Atlet

Ben askere gidiyorum yakında. Bekleme süreci o kadar da eğlenceli değil, film izle, oku, arkadaşlarınla zaman geçir, iç sıç falan filan bir yerden sonra adamı sıkıyor. İnsan biraz heyecan biraz sarsıntı filan istiyor hayatında. Hayırlısıyla askerde çok güzel sarsıcaklar diye umuyorum ama, ben yine de onlardan önce davrandım. Ne mi yaptım?

Koşmaya başladım. Geceleri koşuyorum ciddi ciddi. Böyle 5km filan. Boş değiliz, sporcu bi geçmişimiz var. Evde kupa mupa var bişeyler. O yüzden hassssiktirr lan ordanlarınızı kendinize saklayın.

Güzel bir pist yapmışlar küçük ağaçlık bir yerin içine, her 50m'de bir katettiğin mesafeyi görüyorsun, yere yazmışlar onu. Yani 5km derken öyle haybeye konuşmuyoruz. Neyse, ama tabi çok toz pembe değil her şey böyle. Yani ne zamandır koşmadığım için eşşek gibi yoruluyorum, bir an önce bırakıp eve gitmek yatmak istiyorum. Ama tam bu anlarda, benimle aynı zaman diliminde (gece yarısına yakın) koşan o adam, gelip yanımdan geçiyor. Bi de böyle acayip bi stili var, koşarken ayakları götüne vuruyor. Ve böyle olunca, ben birden hızlanmaya başlıyorum. Adam şu atletizm yarışmalarında yıldız atlet rekor kırsın diye onunla belli bir noktaya kadar koşup temposunu arttıran tavşanlar gibi. (Tabi onlar da insan, tavşan değil. Öyle zanneden olur muydu bilmiyorum ama)

Sanırım bu noktada ben de yıldız atlet oluyorum. İşte kişisel bir blog oluşturmanın sayısız faydalarından biri daha.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Sözün Bittiği Yer..



Yok ama gayet bir şeyler söylenebilir bunun üstüne, çok üzgünüm burası da sözün bittiği yer değilmiş.

26 Eylül 2008 Cuma

Başıma İlginç Olan Herhangi Bir Şeyin Gelmemesi

Gerçekten de şu sıralar, başıma ilginç bir şey gelmiyor ve napıyosun ne ediyosun sorularına çok yüzeysel cevaplar vermek zorunda kalıyorum. Yoksa ben de isterim Meksika'da tekila içip seks yaptım, sonra Arjantin'de Maradona'yla kafaları bulduk filan demeyi. Ama yok olmuyor.

Eskiden olurdu tek tük. Bak mesela bir gün bir kızla buluşmuştuk, gittik içki filan içtik, sonra onun evine gitmeye karar verdik. (e aksi düşünülemezdi heralde, barney elimde büyüdü) Neyse bindik taksimden dolmuşa, bahçelievlerde oturuyordu, oraya gidiyoruz. Burda bi parantez açmak istiyorum. Benim kontrol edemediğim bir çiş problemim var. Zaten başıma enteresan ne gelirse, aşağı yukarı bu yüzden gelmiş oluyor. Var öyle hikayelerim, sözlüğe filan da yazmıştım. Neyse, İstanbul'u bilenler için konuşuyorum, tam millet caddesinden çıkıyoruz, içtiğim biralar vücudumdan ayrılma kararı aldılar. Yani 20 dakkalık yol var belki ama ben dayanamıycam, biliyorum kendimi. Ani bir kararla dolmuş şöförüne sağa çek dedim. (böyle karizmatik oluyor ama aslında sadece ''abi müsait bi yerde indirir misin'' demiştim sanırım) O da öyle yaptı, yanımdaki kız oldukça şaşırmıştı. Çişim geldi dayanmam imkansız adresi ver ben oraya senden az sonra gelirim dedim. Kız felaket afalladı ama napıcak sonunda tamam dedi, adresi verdi. Ben de hemen yakındaki benzinliğe gidip içimi döktüm. Felaket içime atmışım, her zamanki gibi.

Neyse sonra ordan bi otobüse atladım. Sarhoş filan değilim ama kafam azcık iyi. Ayakta dikiliyorum, ayakta benden başka bir kişi daha var, bi kız ve arada bana bakıp gülümsüyor. Gerçekten hoşuma gitmişti, götüm kalkmıştı, özgüvenim alevlenmişti ve kendimi çok iyi hissediyodum. Böyle olunca, biraz yaklaştım, bu otobüs şurdan geçiyor mu gibi andaval bir soruyla tanıştım, konuşmaya başladık. Bi yer boşalınca birlikte oturduk oraya. Soğanlı otobüsü filandı galiba, yaklaşık 100 adam bize bakıyodu sanırım. Vay orospuçocuu sesleri kulağıma kadar gelmese de bir şeyi anlamanız için onu illa duymanız gerekmez di mi?

Neyse, ben diğer kızı unutup, yeni tanıştığım kızla evine kadar gittim. Hatta kapıda öpüştük bile. Yani belki Amsterdam'da filan böyle şeyler normal olabilir ama lanet olası İstanbul/Bahçelievler'den bahsediyorum dude. Yeni tanıştığım kız evine gidince, ben urinal sebeplerle ayrıldığım diğer kızı hatırladım. Adresi aklıma getirince, evinin bulunduğum yere çok yakın bi yerlerde olduğunu farkettim. Gittim hemen oraya. Neden geç kaldın sorusuna gerçekten saçma salak cevaplar verdim. Yanlış otobüse bindim vs gibi. Yani hiçbirisi o kadar süre geç kalmamı açıklamıyordu ama kızın umrunda bile değildi. Neden mi?

Lanet olası bi perşembe günüydü ve kız deli gibi Kurtlar Vadisi izliyordu. Orda Polat filan varken kız nefes almıyordu, hatta benim varlığımı bile önemsemiyordu. Ama iyi ki televizyonlar birer ticari işletme ve bisürü reklam almaya bayılıyorlar. Şöyle ki, ne zaman reklam olsa, kız bana yaklaşıyor, öpüşmeye başlıyoruz; ama Kurtlar Vadisi başlayınca kendini çekiyor, televizyona kitleniyor. (keşke o dönem de tanıtıcı reklamlar olsaydı, süre uzardı. Ya da şimdi yaptıkları gibi bi kronometre koysalardı, Kurtlar Vadisi'ne 7 dakika gibi. Elimizdeki zamanı bilirdik, ona göre plan yapardık.)

Sonra ev arkadaşı filan da geldi zaten, bu gecelik bu kadar heyecan yeter diyip eve döndüm. Yani diyorum ki, böyle anlatıcak bisürü hikayem daha olsun istiyorum. İlla birileriyle öpüşmem, threesome yapmam filan da gerekmiyor yani. (ama o da iyi hikaye olur bak)

17 Eylül 2008 Çarşamba

Tutma Üzerine

Hemen şunu söyleyeyim, askerden yeni dönen bi arkadaş var ismini vermek istemediğim, o çok sever böyle tutmalı hoplatmalı esprileri. Konu herhangi bir şekilde ''gel bunu tut''a bağlanmasın. Bu sığ sularda boğulmayalım. Lütfen.

Tutma üzerine daha başka ne olabilir diye düşündüğünüzü biliyorum (özellikle o arkadaş) Geçen gün farkettim ki, tuttuğunu bırakmayan biriyim. Yani öyle mecazi anlamda filan değil, fiziksel bir durumdan bahsediyorum. Mesela evden çıkıyorum, kapımı kilitliyorum ve o lanet anahtar artık elimde bulunmaması gereken noktaya kadar elimde kalıyor. Yani yapacağım yolculuk 1 saatse bir saat elimde tutuyorum anahtarı. Yaptığımın farkındayım, bilinçsizce gerçekleşen bir durum değil, cebime koymak da istiyorum ama olmuyor. Cebime koyarsam çok mutsuz olacağımı hissediyorum.

Durum böyle. Kesin psikolojik bir açıklaması filan vardır. Sizden yaptığınız eğlenceli ama faydasız işleri bırakıp bu soruna odaklanmanızı istiyorum. Bakalım neler yapabiliriz.

9 Eylül 2008 Salı

Korku Filmlerinin Korkutması


Genelde korku filmleri korkutmaz derler, ''ahahaha valla korkmadık güldük çok komikti'' derler filmden sonra, bunu yaparlar, eşin, dostun, ev hanımı ayşe teyze, emektar orhan usta, sen, ben, o, biz, hepimiz... (sizi etkisiz hale getirebilmişimdir umarım)

Ama ben korku filmlerinin korkuttuğunu iddia ediyorum, cesur bir şekilde. Tabii hepsi değil ama bazısı. Hele sinemada izlenirse, o sesle, maskeyle, beyaz yüzle, bıçakla, tirbüşonla, ıvırla zıvırla korkutabiliyor adam seni. Yani bunu başarabilmiş ki korku filmi diye bir janr oluşmuş. Aslında herkes korkuyor. Ama korkusunun anlaşılacağı korkusuyla kimse bu korkusunu dışavuramıyor. İçten içe korkuyor herkes. Hele sinemada daha çok korkuyor.

Bak korkusunu dışavuran da var, yanlış anlaşılmasın. Kafasını kuma gömüp ay ben bakamıycam diyen de var. Onlar daha hesapsız, daha sahici, daha dürüst, daha içten.. Onlar korktuklarının anlaşılmasından korkmayanlar. Korku filmleri onlar sayesinde var, kimse korku filmlerinden korktuğunu dışavurmasaydı korku filmi diye bir şey de kalmazdı ne yazık ki. Korkum o ki, korku filmi endüstrisinden ekmek yiyen bir ton korku filmi endüstrisi işçisi de işsiz kalırdı. Bunları kimse düşünmüyor, daha doğrusu işlerine gelmiyor, korkuyorlar.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Karşıma Taşınan Canlılar ve Beraberlerinde Getirdikleri Sorular

Bundan bir ay öncesine kadar, karşı komşularım, süryani bir aileydi, en azından ben öyle tahmin ediyordum. Bazen etnik müzik kafa sikiyordu ama genel olarak zararsız insanlardı, bir kaç kere gürültü ettim diye duvarıma vurduydular (normal sevişmiyorum ki) ben de aynı şekilde karşılık verdiydim. Böylece tek ufak gerginliğimizi herhangi bir temas olmadan savuşturmuştuk.

Ama yaklaşık bir ay önce, karşıma daha acayip bir oluşum taşındı. Oluşum kulak tırmalamış olabilir, ama aile değil, birey değil, öğrenci değil. Unidentified Staying Object.

Evvela kısa boylu, çirkince, ikinci kattan bakkala markeet markeet diye bağıran bir adam var. İlk taşınırken benim eve baktı bir, kiran kaç dedi, muadili bir yaşam alanı olduğu için. Senin gibi ben de yalnız kalıcam dedi. Ben de saf saf inandım buna. Girdim onun eve de baktım, ibne paraya kıymıştı, evi benimkinden daha güzel olmuş, istersen değişelim diye minik bir espri yaptım, güldü bir miktar, ama herhalde iş ciddiye biner diye pek uzatmadı.

Ben evde yalnız kalıcam demesine rağmen, içerde çok hoş bir sarışın gördüm, daha sonra muhtelif zamanlarda da onu gördüm, sesini duydum falan filan. Yani bu kız orada yaşıyor dememe yetecek sıklıkta karşı daireden yaşam belirtisi verdi. Bir kere sevgili olamazlar, onu eliyorum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyor ama ona da ihtimal vermek istemiyorum. Bazen çok kavga ediyorlar, ama sevgili kavgası gibi değil böyle, ne kavgası olduğunu da anlayamadım ya. Üç beş kere kız dışarda kaldı kapıya vura vura yarım saatte içerdeki beyfendiye zor açtırdı. Anahtarı yok mu yani? Çok kafa kurcalayan bir mesele daha.

Ha bir de köpekleri var, hani ufak olan ve daimi bir biçimde kafasını yukarı dikerek havlayanlardan. Ona çok fazla diyecek lafım yok. Rahatsız filan oluyorum eyvallah ama köpek ve havlıyor. Hadise çok net.

Belki de apartmana yeni taşınan insanları deşifre etmeye meraklı oranın yerlisi yönetici emekli subay psikolojisiyle, ben bunların ne olduklarını anlamaya çalışıyorum. Kafamda birden fazla kişinin aynı evde kaldığı kombinasyonları anlamlandırmak için geleneksel kodlar var ve maalesef bu vakada onlar çuvalladı.

Bi kalıba girin lan.

23 Haziran 2008 Pazartesi

İlişkiler Üzerine Yazdığım Hoş Bir Şiir



Sudan sebeplerle üzüyoruz birbirimizi
Ulan sıkı sıkı sarılsak ya?

Sadece bir an için değil saatlerce
Aynı tende yitip gitsek
Muşamba gibi kırış kırış, gürültülü ve adi olmuş insan ilişkileri
Ulan var ya
Rica ediyorum yalan dolan olmasın sevdalarımızda
Layıkıyla yaşayalım hazzı da öfkeyi de
Anlık coşkularda eriyip gidelim
Rakip tanımayalım multiple orgazmlarda
Iğdır'a selam

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Tiyatro Geçmişim


Yani Shakespeare filan oynamadık ama biz de kendi çapımızda yaptık bir şeyler. Bizim ortaokulda istiklal marşının yıldönümü gibi bir olay kutlanıyordu, edebiyat hocası da dedi hadi mehmet akif ersoylu istiklal marşlı bi oyun sergileyelim. Tamam dedik, kolları sıvadık.

Tabii sen böyle bir oyun yapıcam diyosan bir istiklal marşına bir de Mehmet Akif Ersoy'a ihtiyacın var, bu ikisi olmazsa olmaz. İstiklal marşı hazır yazılmış, cepte, o tamam. Ama mevcut Mehmet Akif Ersoy yok, ne yazık ki. Ona birisini uydurmak gerek. Yani nedense, hiç panislamist bir adam olmamama rağmen, sen efendi çocuksun kıvırırsın ses tonun filan da fena değil diyerek beni göt altına attılar. Sakal filan da yok o dönem, beyaz hiç değil, ama allahtan takma sakal filan gibi maskaralıklar olmadı.

Neyse, böylece rolü kaptım, çok afedersiniz ebem .ikildi ezberleyene kadar. Bir de senaryo şöyle malum, ben istiklal marşını yazıyorum, seçiliyor filan, çok temiz para veriyorlar, ben de yok ben para için yazmadım deyip reddediyorum. Olacak iş değil. Çok afedersiniz ama, ben alırım o parayı. Boru değil 10 kıta götüm düşmüş yazana kadar. Yani havadan gelmiyor ki, komisyon filan mı alıyorum, tefecilik mi yapıyorum, hayır. Kapı gibi istiklal marşı yazmışım, kıta başına 1 liradan, 10 lira almam gerek. Zamanın parasıyla çok iyi para, siz bilmezsiniz. Hani toplu olduğu için pazarlıkla 8'e 9'a inerim ama anca o kadar, kurtarmaz çünkü.

Ama napalım, rol icabı gurur yaptık, istemedik parayı. Neyse helal olsun artık yapıcak bir şey yok. Ama yani Alihan bile kıçı kırık bir şarkısı orda burda çalıyo diye onlarca telif alıyordur, ben istiklal marşı yazmışım, her allahın günü herkesin dilinde, cebime üç kuruş girmiyor. Vatan sevgisi filan bunlar hoş şeyler ama bir yere kadar. Her şey tadında güzel.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Minik Bir Uyarı

Gerçi yakın çevremin, aynı ben gibi, hep şatoda filan oturduğundan, hayatında akbil otobüs görmediğinden eminim. Ama yine de, ne olur ne olmaz diye, sizi yeşil otobüslerde başlayan cadı avına karşı uyarmak istiyorum.

Malum bu bahsettiğim otobüslerde cep telefonuyla konuşmak yasak, otobüs manyaklaşıyor orası burası kitleniyor diye. Uzun süredir unutulmuştu ama, pek öyle kaza olmayınca heralde, konuşan olursa eskisi gibi muhtemelen gazete okuyan orta yaşlı bir abi ya da panikatak bir teyze tarafından uyarılmıyordu. Bu iki ''tür'' kendi kabuğuna çekilmişti.

Ta ki Atv ana haber bülteninde o haber yapılana kadar.. Otobüste biri telefonla konuşuyormuş, kuvvetle muhtemel o yüzden direksiyon kitlenmiş, kaza olmuş. Zaten ben bu haberi görünce bi kıllandım. Yani cep telefonuyla konuşursun yılda bir kaza olur, ama böyle bir hassasiyeti tekrar alevlendirirsen yüzlerce tedbirsiz insanın hayatını zindan edersin. Teraziye koy bi bunları.

Neyse, son iki günde yaptığım iki küçük otobüs seyahatinde cep telefonu yüzünden dört tane majör kavga çıkınca, durumun vehametini daha iyi kavradım. Derhal telefonumun sesini kıstım, cadı avı başlamıştı.

Yani siz siz olun, sakın, ama sakın, şu birkaç hafta yeşil otobüste cep telefonu açmayın. Azcık sıkın dişinizi. Çok özür dilerim ama, ne kadar ciddi olduğuma ikna edilebilmeniz için küçük bir şoka ihtiyacınız var: Si-ker-tir-ler. Adamlar kan istiyor, kurban istiyor. Tetikte olun.

4 Mayıs 2008 Pazar

Tavuk Suyuna Terbiyesiz Bir Öykü

İlk önce, beynimin içine bir haber genel müdürünün yuva yapmış olabileceğinden endişe ettiğimi söylemek istiyorum. Neden mi? Dün gece, erkence yattım uyuyacağım, ertesi gün sınava gireceğim için. Haliyle alışık değilim 4'ten 5'ten önce uyumaya. Yatakta bir yandan döneniyor, bir yandan düşünüyorum. Ve o anda, adeta bir slayt gösterisi gibi, hayatımda girdiğim ne sınav varsa öss, les, kpss vs. (bu sınav değil sonuncusu) hepsinin öncesinde ya da sınav anında ne yaptıysam, ne yaşadıysam, nelere dikkat ettiysem hepsi tek tek muhayyilemde (bunu doğru kullandıysam artık sırtım yere gelmez benim) canlanmaya başladı. Çok net görüntülerdi, noluyoruz lan dedim. Böyle yeni başkanlık seçimi öncesi daha önceki seçimlerde ne olmuş ne bitmiş özet geçen Amerikan kanalı gibi.

Neyse gittim bu KPDS denen sınava girdim. Fantastik geçti, lan götoş sanki İngiliz soylususun dedim kendi kendime. Keyfim yerine gelmişti.

Hele sınavdaki çok acayip paragraf sorularını hatırladıkça daha da neşeleniyordum. Biri Tibetlilerle ilgiliydi. Zorluk derecesi en yüksek olan paragraf, adamlar öyle kasmışlar ki o yüzden hazırlarken, kutlarım, gerçekten bir sik anlaşılmıyordu. Ama o anda, hemen imdadıma, özel zaman ayırıp okuduğum romanlar geldi, roman güzel kelime değil, meramımı anlatmıyor, fiction diyelim (güzel geçince götüm kalktı.) Az sonra yazacaklarımla metinlerarası olun, bir disipline saplanıp kalmayın, hayvan gibi bilgili olun tamam ama bunun için ansiklopediye, bilimsel makaleye fit olmayın, roman da okuyun gibi bir mesaj vereceğim. Önceden uyarayım dedim.

Neyse, dediğim gibi bu Tibetli paragrafından bir sik anlaşılmıyordu. Acaba soruyu nasıl cevaplayacaktım? Ne yapacaktım? (...) Tamam heyecanlanmadığınızın farkındayım. O anda imdadıma Salinger yetişti, budizme de sardırmış, çok güzel bir abimdir, çok severim. ''Franny ve Zooey''sinde, Franny'nin manyak gibi kafayı taktığı ve sürekli tekrarladığı, ona abisinden, abilerine de budist rahiplerden miras kalan bir dua vardır. İnanış odur ki, ''inanç'' kendiliğinden değil, bu duayı tekrar ettikçe kazanılır. Franny de sürekli aynı duayı mırıldanmaya başlar, tam balataları çizecekken, Zooey ona asıl kutsal olanın bu dua değil annesinin bunalım kızına boğazından bir şeyler geçsin diye sürekli getirdiği, onun da sürekli geri çevirdiği tavuk suyu çorba olduğunu söyler. O paragraflar enfestir, ben canım sıkıldıkça alır onları tekrar tekrar okurum, kutsal bir kitabı okurmuş gibi. Siz de okuyun, o kitabı hediye etmeyi de çok severim, ederim. Tavuk suyu çorbayı da severim.

Yani bu aynı duayı sürekli tekrarlama şeklindeki budist ritüelini, bu ''Franny ve Zooey''den biliyordum. Okurken ilgimi çekmiş aklımda yer etmişti. Sınavda da onla alakalı bir şeyler çıkınca, hadiseyi kabaca bildiğim için, affetmedim.

Affetmem.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Derin Siyasi Analizlerimden Sadece Biri


Ben genel olarak, bu 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi, polisin askerin aşırı güç kullanımını, savaşsızlığa bağlıyorum. Yani ilkokuldan beri beyinler öyle safsatalarla yıkanmış ki, niğbolu savaşında 3 kişiyle (evet sadece 3) yüzbin kişilik orduyu sikerttik, dokuz kıtaya yayıldık (o kadar kıta varsa), savaşçı insanlarız filan diye.

Yani evet savaşçı insanlarız, genlerimizde var da ondan böyle hadiseler çıkıyor demiyorum. Öğretilmiş bir savaşçılıktan bahsediyorum. E ama şimdi fetih filan zor, kimsenin gözü kesmiyor. Atlarla filan sefere çık, adama götüyle gülerler. Uluslararası kamuoyu dedikleri de böyle bir şey zaten. Uluslararası baskı enstrümanlarından en önemlisi bu, götüyle gülmek. Çok etkilidir, dünya barışının güvencesidir, kimse bilmez.

Fetih yok dedik, komşulardan herhangi birine savaş açmak da epey zahmetli olur. Hani zahmetli de demeyelim de, yemez diyelim. Öylesi daha doğru. O zaman ne yapıyoruz, asker zaten güneydoğu ile fit oluyor. O savaşa susamışlık orada gideriliyor. Polise ne kalıyor?

Böyle 1 Mayıs'ta orada burada ''itaatsizlik'' edeni dövmek, eskilerden ''şirin'' bir meydan savaşını simüle etmek. Yani bir nevi zamanda yolculuk, nostalji rüzgarı.. Hani 80'ler 90'lar nostaljisi fena olmuyor da, 1300'lerde savaş çok modaydı haydi o ruhu tekrar canlandıralım diye ortamın mna koymaya gelince iş, o kadar nostalji de iyi olmuyor.

(1 Mayıs diye kardeşimin doğum günü de hep ikinci planda kalmıştır dünya kamuoyunda. SSK'lı olsun diye bir muhasebecinin yanında temizlik işçisi olarak işe başlamış gösterilmesi, hemen ardından doğum günü, işçi bayramı.. Onun için fırtınalı, ama bir o kadar da güzel günler.. Telefonda doğum gününü kutlarken kendisine bu mutlu gününü espri malzemesi yapmayacağıma söz vermiştim ama elden ne gelir, sen de dişini sıksaydın 2 Mayıs'ta doğsaydın arkadaş.)

28 Nisan 2008 Pazartesi

Bir Küçük Burjuvanın Gizli Çekiciliği


Son zamanlarda iki şey çok moda oldu. Bir ata binmek, iki converse giymek. Millet birbirini eziyor converse satın alabilmek için, at binmeyi öğreten kursların önünde oluşan kayıt kuyruklarıysa uzaydan dahi gözükebiliyor. Yani iş o kadar ciddi.

Şimdi sizi zamanda bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. 3 metre kadar kabloya, taksimetre benzeri bir zımbırtıya (oraya hangi yıla gitmek istediğini yazıcaksın, ben uzağa, paleolitik çağa gidiyorum gündüz açar mısın gibi şeyler olmasın, açmam) ve biraz da inanca ihtiyacımız olacak.. O sonuncusunu nerden bulursunuz bilemiyorum.

Sene 1993.. Karnelerin ekmek karşılığı dağıtıldığı zamanlar.. (ayıp ediyorum)

Fotoğrafta gördüğünüz mağrur delikanlı, ayağında conversleri, bulucini çekmiş, toplumsal baskıları elinin tersiyle itip üzerinde pippi yazan tişörtü giymiş (pippi = pipi*2), dönemin modası yeşil askılar da bombastik durmuş hani.. Buram buram soyluluk, feodalite, aristokrasi kokan bir ortamda at binmeye hazırlanıyor.. Ama o delikanlı bir sonraki çağa ait.. Zamanının ötesinde.. Tam bir küçük burjuva.. Yeni bir sosyal sınıfın doğuşunu müjdeliyor..

Yıl 2008, converse giymek, at binmek statü göstergesi olmuş. O küçük burjuva büyümüş, yarattığı trendi takip eden milyonları müstehzi bir gülümsemeyle izliyor..

Yolculuk bitti, sizi 29 Nisan 2008'e koyuyorum tekrar. Yeter bu kadar gezmek.

24 Nisan 2008 Perşembe

Hayatı Bir Tiyatro Sahnesine Benzetmek

Gerçekten olacak iş değil.

Neymiş hayat bir tiyatro sahnesiymiş, biz hepimiz oyuncularmışız, hepimizin farklı rolleri varmış.. Yok ya? Cidden mi?

Yani bazen şu mahçur edebiyata sevdiğim ettiğim yazarların da bulaştığını görüyorum ki o beni çok üzüyor. Yani en azından ben, kendi adıma konuşayım, burada oyun filan oynamıyorum, tiyatro yapmıyorum. Ben.

Hepimizin yüzüne takıp öyle insanların arasına karıştığı çeşit çeşit maskeler..

Yok öyle bi maske de takmıyorum ben. Manyak mıyım maske takıp insan arasına çıkayım, götüyle gülerler adama.

He ben insanların sahteliğini, hesapçılığını eleştiricem diyosan zaten o minvaldeki edebiyatın en iyi örnekleri verildi, boşuna uğraşma derim. Ben yine de yapıcam, maskeleri düşürücem diyosan da, bi zahmet hayatı benzeticek yeni bir şeyler bul. Ne bileyim ben?

Hayat fena halde su samurlarına benzer.. Evet kesinlikle çok benzer. Bunu şiddetle savunuyorum ben.

(Şimdi baktım şekil itibarıyla çok Rauf Tamer olmuş yukarısı. O pek hoşuma gitmedi.)

21 Nisan 2008 Pazartesi

Bazı Kirli Çamaşırlarınız

Yakın zamanda bir yere üye oldum, blog'a kim nerden gelmiş bakıp öğreniyorum. Öğrenmez olaydım.

Günde ortalama 13-14 farklı kişinin gelip burayı okuduğunu tespit ettim. Ehh fena değil, akmasa da damlıyor. Yarısı eş dost. Zorla gir bak çok komiğim, en son komik neler yazdım neler dediklerim. Diğer yarısı ise google'a tamamen alakasız şeyler yazıp bloguma gelenler.

Yani şöyle garip bir durum var, ben burada elle tutulur herhangi bir şeyden bahsetmediğim için (sünnet yazısını dışarda bırakıyorum) aradıklarını bulmak için google'a keyword giren bazı internet kullanıcıları, soluğu bir şekilde burda alıyorlar. Ve her defasında hayal kırıklığına uğradıklarına eminim. Yani belirli bir keyword yazıp, sonra benim bloguma ulaşıp, hah aradığımı buldum diyen birisinin var olabileceğinden epey şüpheliyim. Her gelen bu ne lan diyip siktiri çekiyodur. Hak vermiyor da değilim ha.

Neyse, şöyle yaptım, grupladım ben google'dan gelenleri. Ana başlıklar altında topladım. Buyrun;

1) Pratik bilgi için gelenler: Bu kategoridekiler, samimi olarak bir şeyler öğrenmek, bilgi almak istiyorlar. En çok onlara üzülüyorum, hayal kırıklığıyla dönüyorlar çünkü buradan. Elleri boş. Örnek vereyim: ''ilk zamanlar suyu nereden sağlamışlar'' (ne bileyim ben? yani yağmur filan yağıyo işte), kireç sökücü çaydanlik (çaydanlık kireçli güzel, boşver), hiç konuşkan değilim ne yapabilirim (ayna karşısına geç you talkin to me de, sora ortalığı kan gölüne çevir), sawyer şu an ne yapıyor (kendi adalelerini okşuyor, oldu mu?), hayat bozulunca başımıza ne gibi şeyler gelir (bu soruyu çok sevdim, sürreel, bir o kadar da reel. herhangi bir cevabım yok.)

2) Porno tutkunları: Yani bunlar neden geliyorlar inan bilemiyorum. İki küfür ettik diye mi? Herhalde öyle. Ama ekmek çıkmaz söyliyim hemen, sektöre katacağım herhangi bir yenilik yok. Örneklere geçelim, onlar çok fena: ''yalnız başına 31 çeken kızlar'' (genelde bu prototipteki insanlar yalnızı, yanlız şeklinde yazarlar. çok unique bir arkadaş), ''zencı pornosu fılmler'' (porno ve filmleri ayrı ayrı yazman hiç ekonomik değil), ''çükü ve götü gözüken kız ve oğlan resmi'' (niye sadece bu ikisi anlamadım)

3) Atatürk vasıtasıyla gelenler: İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Salih Bozok ve tüm silah arkadaşları.. (Her espri iyi olacak diye bişey yok.) Bu grubu da, Atatürk'ün sevdiği yerleri, sevdiği şarkıları filan arayanlar oluşturuyor. Zamanında içinde Atatürk geçen bir şeyler yazdık diye. Vardar Ovası'nı seviyodu galiba şarkı olarak, gitmek istediği yer de, hmm, Reykjavik, evet. Sessiz sakin, kafa dinlemek için. Kurtuluş Savaşı'nın stresini atmak için.

Bir de sünnet anısı, sünnet anı diye aratıp gelen çok olmuş. Bak işte o konuda kendime güvenirim, doyurucu cevaplar verebilirim. Benim alanım.

15 Nisan 2008 Salı

Cloverfield: Yine mi Böcek?

Şu anda Sierra Leone ordusunda lejyoner olarak vatani görevini yapmakta olan dostum Başar, giderayak beni bilimkurgu-horror-zombi sinemasına sardırdı. İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilemiyorum. Çünkü bu tip filmler garip bir bağımlılığı da beraberinde getiriyorlar. Yani yüzde doksanını sevmesen de, yeni bir tane izlemek için kuduruyorsun. Manyaklaşıyorsun.

Cloverfield'i de böyle bir bilimkurguya, horror'a susamışlık içinde izlemeye başladım. Yani bu el kamerası olaylarını pek sempatik bulmasam da, filmde o seçim beni o kadar da rahatsız etmedi. Asıl kanıma dokunan büyük canavarın yancısı olarak peydahlanan böcekler oldu. Bak aynı şey The Mist'te de vardı. Dünyaya doğru bir üçüncü boyut açılıyor, oradan gele gele, karafatma geliyor, peygamberdevesi geliyor. Olacak iş değil.

Cloverfield'te de böcekleri görünce küfürü bastım, dayanamadım. Hayır nedir bu böcek takıntınız anlamıyorum ki, neden bu hayvanları canavarlaştırıyorsunuz. Neden hiçbi filmde gökten canavar diye tavşan yağmıyor, tavşanlar sadece porno sektöründe mi yer alabiliyorlar, böyle bi kural mı var? Bu böcek olayı gerçekten çok abartılıyor ve yerli yersiz canavar olsun, korkunç olsun diye kullanılıyor. Ama olmuyor.

Bir başka dava da, el kamerasıyla çekim yapan dallamanın hemen önünde mini etekli süt gibi bir ablanın koşturması. Raslantı mı? Ben mi kötü niyetliyim? Yok hayır, kesinlikle böceklerle yaratılan iyrençlik bir parça göt göstererek dengelenmek istenmiş. Ama kızın bacakları filan güzeldi allah için.

O askere giden dostumla, bu tarz felaket / dünyanın sonu filmlerinde bir patlama yaşandığını da konuşmuştuk. Öyle ama cidden. Ve bunların yüzde doksanının (kesin rakamlardır) Amerika'dan çıktığını tekrarlamama gerek yok heralde. Naomi Klein'ın ''Shock Doctrine'' kitabını tanıtmak için Alfonso Cuaron'un çektiği bir kısa film var. Shock Doctrine şöyle, normal zamanlarda ''kabul edilemez'' olan piyasa metodlarını uygulamak için halk üzerinde düzenli şoklar yaratmak. Örnekler de veriyor, Irak savaşıdır, 11 Eylül'dür, Tiananmen olayları, Pinochet darbesi.. Bu savaş, felaket ve kaos üçgeni adamda ilk anda şok etkisi yaratıyor, ardından tepkisizleşiyor ve direnci kırılıyor, sonra da geçiren geçiriyor. (hayır milli maç sonrası zam yapmak buna örnek olamaz.)

Yani diyorum ki, acaba bu tarz filmlerle de, ufak ufak şoklar mı yaratılıyor, sinema bu temelde piyasa ekonomisine dayanan sistemi ayakta tutmak için araçsallaştırılıyor? Tabi bir de ben, orduya-polise her zaman ihtiyaç olur, felaketin nereden geleceği belli olmaz mesajı da alıyorum. E böyle olunca da daha çok silahlanma insanların bilinç altlarında bir ölçüde meşrulaştırılabiliyor. ''Canavar''a karşı yürütülen savaş her zaman haklı savaştır ve bunun için sürekli tetikte olmak, korkmak, korkmak ve daha çok militarize olmak gerekir?

Son sözüm şu, sik gibi film bence.

13 Nisan 2008 Pazar

Sevmediğim Bazı Şeyler

Ben de, günlük hayatta karşılaştığım ve ifrit olduğum durumları madde madde yazmaya karar verdim. Böyle aklıma geldikçe de güncellemeyi planlıyorum. Artık neye yarayacaksa. (benim burası iyiden iyiye kristensenn'in blogunun bir nevi yankısı, daha doğru ''anti''sine dönüşmeye başladı ama dur bakalım)

Başlıyorum.

* Havalar ısınmaya başlayınca, ister istemez pencereleri açıyorum. Ben öyle yapınca da bazı gödveren kara sinekler içeri girip vızır vızır dolaşmaya başlıyorlar. Hani sivrisinek olsa belki ihmal edilebilir ama bunlar eşşek kadar oluyorlar.

* Uzun süre görmediğim, ya da arkadaş bildiğim bir insanın bana eee nası gidiyo demesi. Buna dayanamıyorum. I can't stand it man.

* Yolda kendi kendine konuşan insanlar. Hiç sempatik bulmuyorum.

* Televizyonum. Her normal insan gibi kumandayı hep kaybediyorum ve kanal değiştirmek için televizyonun üstündeki düğmelere başvuruyorum. Ama bu, çok afedersiniz, mna kodum tv'sinde program+ tuşu var, program- tuşu yok. İleri gidiyorum, geri dönemiyorum. Ne zaman geri dönmek istesem, televizyonu kapayıp ve sonra tekrar açıp, başa dönmek zorunda kalıyorum. Driving me nuts.

* Yolda ünlü görmek. Yani skimde olmuyor açıkçası ama insan ister istemez bir bakıyor. Sonra hiç skinde değilmiş gibi davranmak zorunda kalıyorsun, ki zaten öyle ama yine de aklına takılıyor, nasıl davranman gerektiğini bilemiyorsun. O yüzden Sierra Leone'de yaşamayı çok isterim, insanın aklı kesmiyor orada herhangi bir ünlü olabileceğine.

* Önümde güzel bir kızın yürümesi. Yok gay filan değilim. Ama öyle olunca, sanki herkesin beni ''güzel kızın arkasından yürüyüp götünü dikizliyor'' diye ayıpladığı hissine kapılıyorum. Ya da kızın manyak sapık beni takip ediyor diye düşünüyor olabileceğinden kıllanıyorum. O yüzden ya karşıya geçiyorum, ya da adımlarımı hızlandırıp onun önüne geçiyorum. Arada ne var ne yok diye baktığım da oluyor, yalan olmasın.

* Binbir türlü karmaşık diyalog, görsel-işitsel malzeme bombardımanıyla başlayan filmer. Bi sakin ol, daha nerden baksan 1 buçuk saatin var.

* Şarkılar. En kralı bile 10. dinlemeden sonra bayıyor.

* Haltere gereken önemin verilmemesi. Futbol, futbol, futbol.. Devletimiz, insanlarımız şu konuya bir el atsalar, kalkmayacak şey yok.

11 Nisan 2008 Cuma

Minimize Me

Amerikalılar'a çok laf atılır, sizin götünüz büyük, damarlarınızda ketçap mayonez akıyor, allahınız big mac hamburger olmuş diye. Yani evet, bu kadar şişmanlamak, göt büyütmek hoş bir durum değil. Ama tersi? O çok mu süper bişey? Hiç zannetmiyorum.

Sadece benim yakın çevrem mi böyle bilmiyorum ama, insanların bir zayıflama manyaklığına doğru ilerlediğini tespit ettim geçen gün. Bunun için de bazı zımbırtılar kullanıyorlar, herbalife denen karın ağrısı mesela. Halam bunlara sardırmış, tüm aileye de yaymaya çalışıyor. Napıyorsun, insan gibi şeyler yemek yerine, sabah akşam toz içiyorsun. Bunu aklım mantığım almıyor.

Bir de anlatıyor, toplantılar yapıyorlarmış, herkes nasıl zayıfladığını anlatıyor, alkışlar alkışlar, bu titancılar gibi. Bir sonraki adımda da bellerine kuşak bağlayıp doğum günü partisi yaparlar heralde. Allahım ya.

Dehşetle karşıladığım bir şey de, ufak çocuklarına bile bunları kullandırmaları. Yok protein hapı, yok vitamin hapı, yok balık yağı, herbalife çayı, enerji içeceği.. Sıkıntı bastı bak. Tozla beslenen çocukların ileride embesil olması kaçınılmaz değil mi? Hem normal bir şeyler yemek sadece beslenmekle alakalı bir durum değil ki. İnsanı mutlu eden, diğer insanlara yakınlaştıran, gayet sosyal bir olay. Bunların hepsini bir kenara bırakıyoruz, ailece hapla besleniyoruz. Yuri Gagarin miyiz lan biz? Mars'ta mıyız? Biraz yerinizi bilin, adam olun.

Yani zayıflama olayına bu kadar da takılmayın, içlerinde insana karşı merhamet ve yardım etme arzusu olmayan pazarlamacıları zengin etmeyin diyorum. Kendinizi yemek yemenin zevklerinden mahrum etmeyin. Tabii dikkat edin filan ama tozla hapla da olmaz bu işler. İlerde çükünüz düşer, manyağa bağlarsınız. Burda bilim konuşuyor.

4 Nisan 2008 Cuma

Alternatif Bir Seyahat Güzergahı

Herkes çok gezmek istiyor, herkesin görmek istediği yerler, tanışmak istediği farklı insanlar var. Ama nedense bu yerler ekseriyetle deniz kıyısı, palmiye yamacı ya da kar kaplı ve sakin; insanlar ise bembeyaz, erkekse bombastikyakışıklıkırmızıyanaklı, kızsa sütgibipamukellinorveçli oluyor. İstisnası yok bunun.

Bu kanıya nerden vardım? Çok blog gezdim, çok okudum, çok seyahat macerası dinledim, çok tv izledim. Farkına vardım ki kimse Afrika ve benzeri ''anası ağlayan'' coğrafyaları keşfetmek, orada farklı arkadaşlıklara yelken açmak istemiyor, kimse buraları siklemiyor, çok afedersiniz.

Yoksulluk, aç Afrikalı çocuk fotoğrafı da koydum ki, belki imana gelirsiniz diye. Bir de tersinden keşfedin anasını satıyım şu dünyayı.

31 Mart 2008 Pazartesi

Sünnetimle İlgili Son Dakika Gelişmeleri

23 Şubat Cumartesi günü ''Şüpheli Bir Ölüm'' başlığı altında, size sünnetimi enine boyuna, blogspot'un bana sağladığı yerin elverdiği kadarıyla(!) aktarmıştım, çok iyi hatırlıyorum. İki üç gündür sünnet olduğum, kutsal emaneti bıraktığım topraklarda, Edirne'deyim.

Dedemlerin evde takılırken, birden elime, bu konuyla ilgili tarihi bir belge geçti. Evet, sünnet düğünüm için bastırılan davetiye. Yazıdan sonra bir kısım blogger'ın tepkisini çekmiş, yok artık o kadar da değil, abartıyosun gibi eleştirilerle karşı karşıya kalmıştım. Bu davetiye elime geçince, suratımda müstehzi bir gülümseme belirdi. Hem sünnetçimin vefatındaki sorumluluktan kurtuluyor, hem de beni eleştirenlere en güzel cevabı blogumda verme imkanına kavuşuyordum.

İşte o fotoğraf! (merak etmeyin, öyle bir görsel malzeme değil, bana ayrılan yerin kısıtlılığından daha önce dem vurmuştum zaten.)


Gördüğünüz gibi, ben uyarıyı çoook önceden yapmışım, gayet esprili, ama bir o kadar da realist bir davetiyeyle, bileğine ve yüreğine güvenen gelsin demişim. Bu yüzden vicdanım çok rahat. Sünnetimin akabinde gerçekleşen elim kalp krizi vakasında hiçbir sorumluluğum yok. Biz daha sünnetten haftalar önce bu davetiyeyi bastırmış, hem bileği hem de yüreği kuvvetli olan gelsin diyerek, tüm fenni sünnetçilere meydan okumuşuz. O saatten sonra ben tuttuğumu koparırım arkadaş diyerek işine dört elle sarılan mangal yürekli sünnetçi için yapacağım hiçbir şey kalmıyor. Zamanında Şekspir ne demiş? ''Live by the sword die by the sword'' Adam boşa konuşmamış.


Bu da davetiyenin arka yüzü. Buraya koyuyorum ki, inernetten resim buldu, bize gövde gösterisi yapıyor demeyin. Gördüğünüz gibi üzerinde ismim filan var. Her şey şeffaf.

Bu son dakika gelişmesini de sizinle paylaştım ya, artık içim çok rahat. Umarım kafalarda hiçbir soru işareti kalmamıştır. Bundan sonra da herhangi bir gelişme olursa, artık nasıl olur onu da hiç bilmiyorum ama, burada yer alacağından şüpheniz olmasın. Çünkü hala güncelliğini koruyan bir konu, ve umarım uzun yıllar korumaya devam eder.

27 Mart 2008 Perşembe

Süper Amerikan Lafları Top 5 - Çok Uygun Fiyata - Temiz

Birkaç gündür gittigidiyor'la uğraşıyorum da, başlık o yüzden böyle oldu, nasıl işlemişse içime artık, yoksa herhangi bir şey satmıyorum. Bir kere bu bilinsin.

Her ''normal'' insan gibi hiçbir zaman forumlarda gerekenden fazla vakit geçirmedim, tamamen faydacıdır yaklaşımım bu oluşumlara. Yani işime çok yarayan bir şey varsa hemen girer onu alır ve mekanı terkederim, nokta operasyonu yani, oradaki teşekkür, emeğe saygı, repleri unutmayalım zincirine hiç dahil olmadım, bundan sonra da olmam. Ama emeğe saygı gösteririm, o ayrı.

Ama bir istisna oldu ve Nba maçlarını internetten izlemek için link aldığım bir forum beni bir hayli eğlendirmeye başladı. Buraya girip filmlerden ve forumlardan öğrenmiş olduğum klişe Amerikan replikleri kullanarak isteklerde ve sitemlerde bulunmak, beni iletişimsel hazların doruğuna çıkardı. Ben de bu harika kullanımlardan bir top 5 yapmaya karar verdim. 5'ten başlıycam ki 1'e gelene kadar heyecandan hop oturup hop kalkın. Sayfanın en altına inip 1'den başlarsanız götümü keserim!

5) Go fuck yourself: Türkçesi git kendini becer. Gerçekten. Aslında bunu ''git sen kendi işine bak arkadaşım'' anlamında söylüyoruz. Ama daha sert, daha kararlı. Henüz bunu yapabilen birine rastlanmadı.

4) You are my man: Sen benim adamımsın anlamında. Sen benim dostumsundur aslında gerçeği, daha serbest çevirirsek. Çok samimi, çok içten bir laf. You r ma men şeklinde söylenirse daha zenci bir ton yakalanabilir.

3) Get the hell out of here: Siktir git burdan. Yani dosdoğru söylersek anlamı bu. Cehennemin dibine kadar yolun var diye anlayanlar da oluyor ama siktir git burdandır aslında tam karşılığı. Nereye gideceği konusunda ekstra bilgi vermemek adettendir.

2) You dirty motherfucker: Seni kirli anne beceren. Ahahaha işte şimdi gerçekten eğlenmeye başladım. Az sonra yazacağım 1 numara bir de bu, ikisini söylemek insana gerçekten haz veriyor. Bunu kabul etmek zorundasınız.

1) Driving me nuts: Beni çılgına çeviriyorsun. Gerçekten kusursuz, bir dilin uluşabileceği en ideal nokta. Sabah akşam söyle, yerli yersiz kullan. You're driving me nuts! Ohhhş

17 Mart 2008 Pazartesi

Atatürk'ün Kıl Olduğu Şarkılar

Gerçekten bir müzik insanı olduğumu söyleyem. Kulağım yok, rafine bir müzik zevkim yok, öyle konser delisi değilim, herhangi birisinin albümü çıksın da alayım diye dönenmem. İlk olarak bunları söyleyeyim.

Ama yine de, belki eğlenceli olur diye, ekşi bünyesindeki radyoda dj'lik yapmaya heves ettim. Şöyle nispeten geç saatlerde, mümkün olduğunca geyik yaparak, müziğe değer vermeksizin. Tabii daha sadece bir mail attım adamlara, belki go fuck yourself diye cevap verecekler, bilemem.

Bunları size niye söylüyorum? İki nedeni var açıkçası. İlki programın ismi davası. Ben ''Atatürk'ün Kıl Olduğu Şarkılar'' diye düşündüm, Morrissey'e, Travis'e kıl olur çünkü. İsmet de sevmez. (bağımsız bir müzik zevki olmadı hiç.) Yani süper isim di mi sizce de? Tepki çekmez? Çünkü Atatürk'le bir alıp veremediğimiz yok, şaka hep. Önerilere de açığım. (Tabi isim bu olursa asla Vardar Ovası çalamıycam, onu da aklınızda tutun.)

İkincisi, fevkalede bir müzik arşivim olduğu söylenemez. Yani öküz de değilim, sevdiğim ettiğim şeyler var ama bunlar genelde müzik zevki olan arkadaşlarımın yolladığı şarkılarla zenginleşiyorlar. O yüzden, böyle sevdiğiniz ettiğiniz şeyler olursa, bana maille atsanıza? (aha mailim: fatihcomlekci@gmail.com) Onları filan da çalarım belki, sinerji yaratırız, hoş olmaz mı?

Let's rock maaan! (hehe)

15 Mart 2008 Cumartesi

Transportasyon

Hem ışınlanma davasının hem de minibüs şöförleri komünitesinin, birçokları tarafından espri konusu edildiğinin ve artık bunların komik olmadığının farkındayım. Ama benim niyetim o değil. Size çok farklı şeylerden söz edeceğim.

Nasa'da (evet her bilimsel işe nasa bakıyor) çalışan bir arkadaşımın söylediğine göre, ışınlanma teknolojisi bulunmuş yani istesek (isteseler) yapılırmış, mümkünmüş. Ama çok iyi örgütlenmiş olan minibüs şöförleri, ekmeğimizle oynatmayız diyerek, tüm bu projelerin hasıraltı edilmesini sağlamışlar.

Yani düşününce gerçekten adamlar işsiz kalırlar ve bir minibüs şoförü başka nerde istihdam edilebilir inanın bilemiyorum.

4 Mart 2008 Salı

Bir Güzellik


Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminin malum buzlu sahnesi, birçok kızın msn avatarını süsledi ve bilimum sentimental hayallerinin görsel ifşaatı için kullanıldı. Ama artık onun modası geçti, o buzlar çoktan eridi. O yüzden, ideal ilişki / ideal sevgili ''ideali''ni sembolize edebilecek yeni bir fotoğrafı dolaşıma sokma zamanı geldi.

Bu da öyle aynen, buzda yan yana yatarcasına, sevgilisinin converse'lerinin üstüne basıp (oo yeni ayakkabı yapmışız basalım da güle güle kullan) yükselircesine.. My Blueberry Nights filminden.. Aşk bu fotoğrafta ölümsüzleşiyor.. Sanırım sözün bittiği yere geldik, ben burada ineyim..

28 Şubat 2008 Perşembe

Dünden Bugüne Kedilerle İlişkilerim


Hiçbir zaman kedi manyağı olmadım, ilk önce bunu söyleyeyim. Ama ister istemez, bazen gönüllü bazen gönülsüz, aynı ortamlarda bulunduk birtakım kedilerle. İyi kötü anılarımız oldu.

Bir kere, çocukların bu kedilere karşı nereden beslendiğini bilmediğim bir nefretleri oluyor. Yani görmüşsünüzdür, sokaktaki kediye taş atan, kuyruğundan çeken, kovalayan veletleri. Yani burada çocuklara da kızamıyorum, adam ehliyetsiz nihayetinde. Ama bir tanesi var ki, onu gerçekten kınıyorum. Bu benim mahalleden arkadaşımdı, gel sana bir şey göstericem diye beni terkedilmiş bir eve götürdü. Öldürdüğü kediyi oraya götürmüş piskopat, mekanda da arkadaşlarına sergiliyor. Yani bu gerizekalıdan gerçekten iğrenmiştim, sonra başka bir arkadaş bunun gözünü korkuttu, kedi öldüren günahlarını bağışlatmak için 99 cami yaptırmak zorunda diyerek. Çocuk öyle 21. yüzyılın Mimar Sinan'ı olacak çapta değildi tabi, bu yükün altına giremedi, kedi öldürmeyi bıraktı, çok şükür ki.

Nazi kıyımına uğrayan Yahudiler'e Avrupa'nın bu yüzden duyduğu sempatiye benzer şekilde, ben de bu olaydan sonra, kedileri hor gören çocuklardan kendimi soyutladım, onlara elimden geldiğince iyi davrandım. Büyük amcam bahçeli evinde 7-8 sokak kedisine bakardı, onları doyururdu filan. Ben de ona yardım etmeye başladım, büyük çanaklara süt doldurup içine ekmek doğradım, hem kendim mutlu oldum hem kedileri mutlu ettim. Ordaki kedileri severdim, amcam hepsine yeğenlerinin isimlerini vermişti. Böyle sırnaşık, şımarık hareketleri yoktu kedilerin; belki de sokakta yaşamanın verdiği bir hayatı tanımışlık, bir ağırbaşlılık vardı hallerinde.

Yani gerçekten ben bir canlıyı sırf kedi olduğu için ve şirin görünüşlü olduğu için sevemiyorum. Hakedicek o sevgiyi, karşılıklı her şey. Mesela yukarıdaki, fotoğraftaki tüm hanimiş hanimiş şirinliğine rağmen şımarığın, şerefsizin önde gideni. Oh kombili evde mis gibi takılıyor beyfendi, birisi yemeğine yaklaşırsa hırlıyor, yerine yatarsa hırlıyor, dokunursa hırlıyor. Ne lan bu, biraz efendi ol. Veterinere gidiyosun diye adam mı oldun?

Tüm bunlara rağmen, yine de bir zeytin dalı uzattım, kedidir ne yaptığını bilmez affetmek lazım diyip kucağıma alayım, iki seveyim dedim. Yok arkadaş, hemen pençelerini elime geçirdi. Anasına bacısına küfrettik sanki. İnanmayanlar için aha yukarıda fotoğraf da var. Tabi biraz bulanık filan çıkmış benim el ama, pençe izleri gayet net görülüyor orda. (fotoğraf çekme işini kıvıramıyorum galiba) O yüzden bu kedilere karşı her zaman tetikte olmak, öyle çok şımartmamak gerek. Sevilecek bir tarafı varsa sev onu, sırf şirin gözüktüğü için değil, oyuncak değil çünkü bu.

Son olarak bu ''kedili kız fotoğrafları''ndan bahsetmek istiyorum. Bunlar kedilerden ve kızlardan bağımsız, kendi başına ele alınması gereken bir fenomen oldu neredeyse, neredeyse. Bul şirin bi kedi, kucağına al, onun o göze hoş gelen dış görünüşünden sen nemalan, kediyi sömür bir güzel. Gerçekten hiç hoş değil, kedinin ''şirinliği''ni kullanıp kendine yarar sağlamak. Neticede haklarını arayamıyor bunlar, ''şirin ve hayvansever görünmek isteyen kadın emperyalizmi''nin kurbanı oluyorlar.

Yani şöyle, bu hayvanlara yersiz ve boş bir sevgi besleyeceğinize, onlara saygı duyun diyorum öncelikle. Sonra sevgi konusuna bakarsınız, olursa olur. Bu vesileyle de kedi kardeşlerimiz için bol gangbang'li bir mart ayı temenni ediyorum.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Şüpheli Bir Ölüm

Sünnet davası hiçbir erkek için güllük gülistanlık bir süreç olmamıştır. Yani artık nerdeyse bebekken, hastanede filan yapıyorlar, o daha makul sanki. Ben bu olayı erteleyebildiğim kadar ertelemiştim, dokuz on yaşlarına geldiğimdeyse artan baskılara dayanamayıp bir miktar taviz vermek zorunda kaldım, bir miktar.

Artan baskılar derken artık zamanı geldi diyen anne, baba, dede vs.'yi kastetmiyorum sadece. Bizim ilkokuldaki adamların çok pis bir huyu vardı. Pisuvarda işerken birbirimizin pipisine bakardık. İşte kim sünnet oldu olmadı onun hesabını tutmak için. Sünnet olmayan biri tespit edilince mimlenirdi hemen, küçük düşürücü şakalara maruz kalırdı, zaten o eğitim/öğretim dönemini takip eden yaz aylarında da yükümlülüğünü yerine getirirdi. Ben o zamanlardan beri insanların özeline saygılı olduğumdan kimsenin çüküne bakmadım açıkçası. Ama okulumuzdaki bu nahoş gelenek yüzünden diken üstünde yaşamaya, işerken çükümü itinayla saklamaya çalıştım. Kolay olmadı tabi bu. (hehe) Neyse, sonunda baskılara dayanamayıp sünnet kararını aldım.

Bizim ailenin bu konudaki görüşlerinin ''sünnet olayını festivale dönüştürme okulu''na yakın olduğunu söyleyebilirim. Hem babaannem için de gövde gösterisidir, tüm torunlarının sünneti kendi bahçeli evinde yapılır, düğün hadiseleri de evin bulunduğu çıkmaz sokakta olur, konu komşu akraba falan filan.. İşte bilirsin, Edirne sokak düğünü şeklinde de kavramsallaştırılmıştır aslında. Kına gecesi (evet sünnet çocuğu için, horror! what a horror!), yanık tenli çalgıcılar, tahta iskemleler, Trakya insanının sığ mizahının bir sembolü olan tavuklu pilav (içinde çükten parça var heheh deyip gülerler), göbekli amcalar için içki masası, pipileri çoktan kesilmiş abilerle böyle bir sorunu olmayan ablaların benim şeyim vasıtasıyla düğün ortamında yakınlaşma çabaları (başkasının sikiyle gerdeğe girme deyimi de işte burdan çıkmıştır, yaa).. Bunlar hep olur bizim oranın düğünlerinde. Aman ne kadar da hoş adetlerimizdi, hepsi unutulmaya yüz tuttu, her şey mekanikleşti, sevgi kalmadı filan demiycem. Mekanikleşsin arkadaş. Hastanede, steril ortamda, aile arasında kesilsin ne kesilecekse. Aile arasında sade bir tören. Anlarsın ya?

Ama işte ben paçayı bu kadar kolay kurtaramadım. İlk aşağılanmayı kesim işleminden önceki gece, kına yakma töreni sırasında yaşadım. Beni ortalarına alan kadınlar ilkel bir Afrika kabilesi törenindeymişçesine (o adamlar bile kompüter kullanıyor artık, bu işleri bıraktılar.) etrafımda oynayarak dönüyorlar, bana kına yakmaya hazırlanıyorlardı. Hemen itiraz ettim tabi, sevmem böyle yavşaklıklar dedim, okulda taşak oğlanı olurum dedim, sırf yüzyıllardır süregelen adetleri sekteye uğramasın diye avcumun içine nokta kadar kına değdirmelerine razı oldum. O bile bana büyük bir aşağılama gibi geldi.

Sünnet anı gelip çattığında o kadar da soğukkanlı olduğumu söyleyemiycem. Yani tam o an evden kaçan akranlarım kadar da panik değildim ama, yüzümde herhangi bir neşe emaresi de yoktu. Neyse, önce bir iğne yaptılar, kısmen uyuştu mevzular. Sonra ustura gibi bir şey çıkardı, Allahım siki tuttuk dedim. Ama tersi oldu, o tuttu.

Uzaktan izleyen annem ağlamaya başlayınca ben de biraz gerildim, azcık mırın kırın ettim ama bir şekilde sürecin tamamlanmasına razı oldum. Babam da o sırada bahçede arkadaşlarıyla rakı içiyor. Ben ordan vücudumdan parça bırakıyorum, bazıları içki içiyor, bazıları pilav yiyor, bazıları oynuyor.. Sürrealist film mi çekiyoruz lan burda? Acılarımı paylaşsanıza, yas tutsanıza. Ama yok, ayılana gazoz bayılana limon diye oynuyor bunlar. Sustum, sineye çektim.

Sonuçta tıbbi bir müdahaleyi arkanda bırakmışsın, acın var yatıyorsun. Ona bile saygı gösterilmiyor arkadaş. Kalk oyna diyorlar bana. Komşunun çocuğu kestirdikten bi saat sonra ayaklanmış da oynamaya başlamışmış. Ben ne o öyle lohusa gibi yatıyomuşum. Allahım ya, ben o örnekteki çocuk kadar onursuz ve yavşak olmak zorunda mıyım arkadaş? Kalkmadım tabi, yattım öyle ''lohusa'' gibi, beni provoke etmelerine izin vermedim.

Tabii o kadar da değil, iki üç gün sonra ayaklandım, malum bölgemde tuttuğum şapka eşliğinde arkadaşlarımla dolaşmaya başladım. Böyle serseri tipli iki üç çocuk önümüzü kestiler. Arkadaşlarım için yeni olabilirdi ama bu son üç günde benim ikinci kez başıma geliyordu. (hehe) Bizim çocuklardan biri onlara yanlış yapmış, döveceklermiş. Tam hır gür başlayacak, benim durumumu farkettiler. Orasında şapka, entariyle dolaşan yardıma muhtaç bir çocuk portresi çiziyordum. İnsafa geldiler, ''oo beyler çocuk sünnetliymiş rahat bırakalım'' deyip uzaklaştılar. O günlerde başıma gelen belki de tek olumlu şey. Handikapımı lehime çevirmeyi bilmiştim.

O gece eve döndüğümde, annemler beni acı bir haberle bekliyorlardı. Sünnetimi gerçekleştiren beyaz saçlı, güler yüzlü, sempatik amca vefat etmişti, kalp krizinden. Tabi üzülmüştüm ama son işi ben olduğum için gururluydum, belli ki zirvede bırakmak istemişti. Ama bi dakka ya, kalp krizi demiştim di mi ben? Yok yok, yine de bu talihsiz ölümle benim sünnet anım arasında paralellik kurmak istemiyorum. Yorumsuz bırakıyorum. Son sözü tarih söyleyecek..

21 Şubat 2008 Perşembe

O Gün İsmet Badem'le Ne Konuştum?


Bilindiği üzre İsmet Badem, genç nüfusa basketbol sevgisi aşılamak gibi bir misyonla yeryüzüne gönderildiğini hisseden irice bir abimizdi. Böyle konuşuyorum ama ölmedi kendisi, sadece piyasadan silindi, adı sanı duyulmuyor artık. Farketmişsinizdir zaten üç beş yıldır öyle tantana olmuyor, ''ooovv şovv taymmm, haydi herkes ayağaaa, basketboll buuu'' diye. Daha efendi ve şişko insanların eline geçti bu sporun yorumculuğu.

İsmet Badem basketbolla ilgili hafızamın yarısından fazlasına bir şekilde bulaşmış olsa da onu özlemiyorum, sevgi ve saygıyla anmıyorum. Gidip hakemlere bulaşması, güzel basketbolcu eşleriyle sıradan yaptığı röportajlar, sıradan bir basketi asrın olayı gibi lanse eden üslubu, o uzun kıvırcık saçları, yersiz neşesi.. Hoş hatıralar değil.

Neyse, gelelim kendisiyle tanışıklığımıza. Parkeleri aşındırdığım lise yıllarımda, sırtımda çantam, üstümde eşofmanlarım antremandan çıkmış eve doğru yürüyordum. Bir de ne göreyim, elinde telefon faturası, telekoma doğru seyirten İsmet Badem. Yani artık o yıllarda beynimi nasıl yıkadıysa, içimi nasıl bir basketbol sevgisi ve heyecanıyla doldurduysa, yanından geçerken ''oooo İsmet Abi naber'' dedim. Böyle ünlü görünce götü düşen, ne yapıp edip konuşma fırsatı yaratan tipler gibi davrandım. Yani hala düşünürüm anlayamam, nasıl bir ruh hali içerisindeymişim diye. Şöyle söyleyeyim sana, bir Nba oyuncusu olan Ben Wallece'ı baya severim. Diyelim ki Ben, telefon faturasını yatırmak için bizim ordaki telekoma gidiyor (globalleşme diyodun, olmayacak iş değil), ben de oralardan geçiyorum, görüyorum onu. Yani o kadar hayranlığıma filan rağmen, hayatta yanaşmam, ''ooo Ben give me five'' demem. Anlamı yok çünkü, o beni tanımıyor, ben onu tanıyorum. Paylaşacak konuşacak herhangi bir şeyimiz yok. Adamın kafasını neden sikeyim yok yere. Gitsin huzur içinde telefon faturasını yatırsın.

Ama işte, demek ki o dönemler böyle düşünmüyordum, gayet yavşakça İsmet Badem'e selam verdim. O da bana gülerek, ''antremana mı delikanlı'' dedi. Aslında antremandan eve dönüyordum ama laf uzamasın diye evet dedim. Yani çok kasardı hayır abi tam tersi, antreman bitti şimdi de eve gidiyorum filan demek. Bak yazıp açıklarken bile bi terledim, sıkıldım.

Hikayem aşağı yukarı böyle. Evet dedim, o da içimdeki basketbol ateşini yakma amaçlı bir laf etti, şimdi tam hatırlamıyorum. Önemli olan o değil zaten, benim gereksiz yere adamla muhabbete girmem. Gerçi arada sırada o yıllardaki cüretimi, hayata karşı duyduğum manasız heyecanı özlemiyor değilim. Bu umursamaz halim de iyi ama, onu da seviyorum. Ama İsmet Badem, seni sevmiyorum dostum! (finalde konuya dönme uğruna yine göt altına attık adamı)

19 Şubat 2008 Salı

Kot Pantelonlu Cankilerle İlgili Soru İşaretleri

Her zaman Amerika'yla ilgili bir sürü laf döner etrafta, buna engel olamazsın. Güzel şeylerdir bunlar genelde, senin benim için değil tabi. Ya da ''ne kadar aptal insanlar canım'' anafikirli olurlar. (ama sen çok akıllısın) Pek itiraz görmeden de kabul edilir, vay mna koyım şeklinde yankı bulurlar. Benim kulağıma gelen birkaçını sizinle paylaşmak istiyorum, nedir ne değildir, aslı astarı var mıdır, bi konuşulsun.

1) McDonalds'larda kola sınırsız, bitince gidip makinasından dolduruyosun istediğin kadar? Acaba?

2) Git pompacı ol orda (aklınıza cinsel bişi gelmesin), burda ceo olsan o kadar kazanamazsın?

3) Salaklar windowsları çökünce bilgisayarlarını değiştiriyolarmış?

4) Arabaları bozulunca yenisini alıyorlar?

5) Elektrik gittiğinde dünyanın sonu geldi zannediyolar?

6) Sokaklar basketbol, müzik ve dans? Kot pantelon?

7) Rafet el Roman orda çok seviliyor?

Bunlar yıllardır cevap bekleyen sorular. Öyle bir aciliyetleri de yok, daha da beklerler gerekirse.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Titreyen Sokak, Yalnız Adam..


Bugün otobüs bekliyorum, deli gibi kar yağıyor haliyle götüm donuyor, baktım yanımda bekleyen kız (duracak o kadar yer varken neden benim yanım acabaa) çıkardı fotoğraf makinasını o anları ölümsüzleştirmeye başladı. Böyle ağaçların altına geçiyor, makinayı yukarı doğru tutup, dallardaki karlarla puslu gökyüzünün melankolik birlikteliklerini şeyediyor. (buraya münasip fiil bulamadım) Şıp diye anladım, kesin blogu var oraya koyacak, altına da sentimental bir şeyler yazacak. Benim neyim eksik dedim ve kolları sıvadım.

Pek kullanmadığım bir fotoğraf makinam var. Eve vardığım gibi hemen ona sarıldım. Kaldırdım pencereyi yukarı, hemen benim karşı sokağın fotoğraflarını çekmeye başladım. Böyle dar bir sokak, kar yağıyor zaten, hafif bir ışık vuruyor oraya, gelen geçen az oluyor, illa spektaküler bir şeyler yakalarım diye düşündüm. Nitekim yakaladım da..

Turnayı gözünden vurmuştum. Tüm ortam karanlık, dar sokak çok hafif aydınlık, kar yağıyor, yalnız başına yürüyen bir de adam var. Yani hayat resmen ortayı yapmıştı, bana da voleyi vurmak kalıyordu. Yalnızlık de, üşüyen sokak de, şiir yaz, edebiyat yap. Her yola gelir.

Ama sonra dedim ki kendi kendime, lan kar yağmış işte, herif de yandaki tavernadan çıkmış evin yolunu bulmaya çalışıyor, sen de pencereye çıkmış mal gibi fotoğraf çekiyorsun. İçeri girdim biraz nutella yedim, portakal suyu patlattım, kendime geldim.

Dışardaysa üşüyen sokak yalnız adamın bastığı yerlerde ısınıyor, o gidince yalnız kalmaya devam ediyordu..

13 Şubat 2008 Çarşamba

21. Yüzyılda Bir İnsanlık Ayıbı: KİB

Ne dünya kaynaklarının adaletsiz kullanımı yüzünden açlıkla boğuşan Afrika, ne ABD'nin aha bu kesin teröristtir diye insanları tıktığı Guantanamo, ne de Avrupa'da köle gibi çalıştırılan göçmen işçiler.. İnsanlık onuru hiç bu kadar yara almamıştı.

Yok artık, abartma filan demeyin sakın bana. Hayır zaten ''kendine iyi bak'' başlı başına bu kadar yersiz bir istekken, bir de bunu kısaltmak.. Aklım almıyor gerçekten. Hadi diyelim bir yanlışın içindesin, senin talimatınla insanların kendine çok daha fazla özen göstereceğini düşünüyorsun. E bu ne demek? Karşı tarafı düşünüyorsun. Bir yere kadar anlaşılabilir. E ama canım kardeşim, uzun uzun, sere serpe yaz o zaman kendine iyi bak diye. Hangi akla hizmet kısaltıyorsun bunu. Ordan kazandığın üç saniyede Afrikalı çocuk mu doyuracaksın?

Peki sen neden bu kadar öfkelisin diye soranlar olabilir. Nedir bu karın ağrısı diye. (tabi böyle demek biraz provokatif olabilir) Ya insan sevgilisinden ''heberöbühüberee.... kib.'' diye bir mesajla ayrılır mı ya? İyi kötü bazı şeyler paylaşılmış, bienallere operalara gidilmiş (tabi canım ne sandınız), yeri gelmiş birlikte dürüm yenmiş (halka indiğimiz güzel zamanlar).. Sonra sen napıyorsun, bana kib diyorsun. Yani şöyle diyim, ben bundan daha ağır bir küfür tahayyül edemiyorum. Tarihten insanlık onurunun bu ölçüde ayaklar altına alındığı bir örnek bulup çıkartamıyorum.

Ana fikir kısmına geldik. Eğer kafaca ve yaşça belirli bir olgunluğa gelmiş birisi size ''kib'' diyorsa, onu derhal hayatınızdan çıkarın. İnanın çok fazla bir kaybınız olmayacak. Eğer böyle bir kayıp olacaksa da, ben onu karşılamayı da taahhüt ediyorum. Yani kendimden ne kadar emin olduğumu sen düşün artık.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Big Mac Asla Sadece Big Mac Değildir


Ben, bu Big Mac'in en ideal besin maddesi olduğunu düşünüyorum. Hadi lan ordan emperyalist, kocaman olacak götün kocamaaaan dediğinizi duyar gibiyim. Ama kazın ayağı pek de öyle değil.

İlk tanıştığımda, doğru dürüst yemesini bile beceremiyordum bunu. Köftesi içinden fırlıyor, sosu elime akıyor.. Sonra sonra bunu bir peçeteye sarıp öyle yemeyi öğrendim, bu sıkıntılarım bir son buldu.

Lise yıllarımda bir kampanya vardı. Tek Big Mac baya ucuzdu. Yani şöyle diyim sana, normalde 2 liraysa, o zaman bir liraydı. Rakamları tamamen farazi verdim, yoksa 53 yaşında filan değilim. İşte bu dönem, sabah-öğle-akşam Big Mac yediğimi hatırlarım. Ve asla bıkmıyordum, öyle kilo filan da aldığım yoktu. Hayatımın mutlu dönemlerinden biriydi bile diyebilirim.

Yakın zamanda kafam baya bozuktu. (kara bulutlar.. kara bulutlar..) Yani bunun edebiyatını çok yapabileceğimi zannetmiyorum, ve çok enteresan, eşsiz, kayda değer bulmuyorum bu sıkıntıları. O yüzden de kimsenin kafasını .ikmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Neyse işte bu dönemde, beni hayatla alakalı mutlu eden tek bir şey vardı, evet o da Big Mac'ti. Arkadaş, canım ne kadar sıkkın olursa olsun, bunu yediğim 3 dakika boyunca kendimi fevkalede iyi hissediyordum. İşte o zaman, bunun sadece bir hamburger olmadığının farkına vardım.

Şunu diycem, bir şeyler yemek insanı mutlu eder, bu bilimsel gerçeği kabul edeceksin önce. Sonra da, Big Mac'in insanı mutlu etme potansiyeli en yüksek gıda kombinasyonu olduğunu kabul edeceksin. Sonra seninle tartışırım.

5 Şubat 2008 Salı

Hayata Işık Tutan Bir Söz

Çaydanlık gibidir hayat, sen altını ne kadar kısarsan kıs, (buraya vurucu bişi lazım, ben baya düşündüm ama aklıma gelmedi, bi el atıverin)

3 Şubat 2008 Pazar

Lost'la İlgili Şaşırtıcı Teorilerim


Bence Kate aslında Jack'e aşık. Ama işte onu kıskandırmak için Sawyer'la haşna fişne yapıyor, anlarsınız ya. Kate de güzel kız allah için. Zaten adada bir tane ortalama kadın yok ki anasını satıyım. Hepsi süt gibi. Tabi teyzeleri filan aradan çıkarıyorum, biraz tehlikeli bi genelleme oldu. Neticede o adada çoluk çocuk da var. Kimse onların psikolojisini de düşünmüyo ha. Issız ada, surviving, tamam bunlar güzel ama tam gelişme çağındaki çocukları kötü etkiler. Bunlar pek hesaba katılmıyo, nedense es geçiliyo.

Ayrıca Hurley'nin aslında şişko olmadığını düşünüyorum. Zaten ikinci sezonun finalinde bununla ilgili küçük ipuçları verildi. Ama anlayana, heheeeey.

Gördüğünüz gibi bi yapbozun bi pazılın parçaları gibi, her şey nasıl kusursuz bir şekilde birleşiyo. Ama bazen biz büyük resmi göremiyoruz, sadece bakıyoruz görmüyoruz. Bakmak farklı görmek farklı. Ağaçlara öylesine odaklanmışız ki ormanı gözden kaçırıyoruz. Orman mı dedim?

Bugünlük bana ayrılan yeri doldurdum, yarın kaldığım yerden devam ederim.. Tabii bi yarın varsa..

31 Ocak 2008 Perşembe

Pişik ve Romans

Bu kelime beni adeta, adeta zamanda bir yolculuğa çıkarıyor... (yok bana göre değil, en azından denedim ama)

Olay gerçek bir kere, hemen onu belirteyim. İngilizlerin based on a true story dediklerinden, bildin mi? Tüm kişi adlarını filan da gizli tutucam, kendi adımı da gizli tutucam. (eğleniyorum lan bozmayın) Lisedeyim ve bir sevgilim var. (evet garip değil mi? sadece bir) Şimdi bunları okusa, aa bu benim der ama, benim blogumu okuma ihtimali pek olmadığından içim rahat. Açıp bakmaz biliyorum. (ühühü) Zorlu geçen bir basketbol müsabakasının ardından, böyle şortla filan, terli terli, onunla buluşmaya gittim. Eve gidip üstümü değişecek zamanım yoktu, öylesine bulutların üstündeyim.. (fiziksel olarak mümkün olmadığının farkındayım, güzel bir metafor olarak kullandım, hoş olmadı mı?)

Neyse yürüyoruz öyle, el ele sanırım, her şey güzel, her şey fantastik.. Acaba öyle mi? Çok afedersiniz hava da sıcak. Öyle böyle değil baya sıcak. Basket oynayıp biraz da terlediğimi söylemiştim sanırım size. Arkadaş, birden ''adaleli'' baldırlarım birbirine sürtmeye, canımı acıtmaya başladı. Kızın yanında bacaklarım ayrık yürüyorum dostlar ve bu veri, kötü niyetli insanların aklındaki bir çok ampulü ışıldatabilir. Artık öyle bir noktaya geldi ki, yürüsek de, otursak da acıdan duramıyorum. Derhal eve gidip, havalandırmam filan lazım. Neyse bunlar tatsız ve gereksiz ayrıntılar. Ama kız da bazı şeyleri hissediyor, eskisi kadar konuşkan ve neşeli değilim. Aklım apış aramda, ama o anlamda değil, daha küçüğüm.

Sonunda dayanamadım, o çok sevdiğim, o çok tatlı kızla, ''ben pişik oldum'' dedim. İnsan sevgilisine ben pişik oldum der mi ya? Kafamı skym.

29 Ocak 2008 Salı

Sizi Uyarmak İstedim

Gün geçmiyor ki Merve'nin blogunda hayata ve insana dair yeni bir keşif görmeyeyim. Bir site bulmuş bu sefer de, kendi uyarı levhanı yapıyorsun. Ben de hemen kolları sıvadım, çorbada tuzum olsun dedim. Sizi uyarmak istedim. Yok çıplak fotoğrafımı filan koymadım hemen heyecanlanmayın.


http://www.warningsigngenerator.com

repleri unutmayalım, emeğe saygı.

23 Ocak 2008 Çarşamba

Madeni 5 Kuruşlara 1ytl Karışmış!!

Bu tarz efsanelerin kim ya da kimler tarafından başlatıldığı, nasıl adım adım ülke sathına yayıldığı, yani bu dolaşım, hep ilgimi çekmiş bi konudur. Eskiden madeni 2.500 liralara altın karıştı diye bir laf atılmıştı ortaya, babamla biz de bunu ciddiye almıştık, yalnız altını çizeyim ben çocuktum o sıralar. Böyle bildiğin bir kavanoz dolusu bozuk 2.500 lira vardı elimizde. Bekledik bekledik ama içindeki altın ortaya çıkmadı. Biz de bakkala filan gömdük heralde onları.

Neyse, uzun zamandır böyle bir söylenti çıkmamıştı. Ben başlatayım istedim. Yani bi eksiğim gediğim yok allaha şükür, yapabilirim bunu. Evet, darphanede yapılan küçük bir hata sonucu, 5 kuruşlara, 1ytl'lik madeni paralar karışmış. Nasıl olur diye sormayın, olmuş. Yani ne var ne yok toplayın derim ben. Bu işin sonunda çok güzel para var.

8 Ocak 2008 Salı

Duygu Seli



İnsanlar dönem dönem çocukluk fotoğraflarına dönüş yaşıyorlar. Yani çok kapsamlı bi araştırma yapmadım ama kendimden ve ondan bundan biliyorum bunu. Woody Allen'ın bir filminde (yeni blogumda kültüre sanata boğacam sizi) yaşlı bir profesör, insanlar aşık olduklarında geçmişe dönmek ve orayı mükemmelleştirmek, anıları sıfırdan tekrar yaşamak, hoş bir çocukluk imgesi yaratmak isterler diyordu. Ya da buna benzer bir şeyler. Yani her durumda böyle midir bilmiyorum ama zırt pırt arşivlerden çocukluk fotoğrafı çıkarmıyoruz, böyle dönemler oluyor, buna ihtiyaç duyduğumuz. Biraz daha düşüneyim ben bu konuyla ilgili, bikaç parlak tespit daha çıkarabilirim.

İşte ben de neden ihtiyaç duydum bilemiyorum ama iki üç çocukluk fotoğrafıma baktım. Kardeşimle filan. Yukardaki mesela, hatırlıyorum, bazen evde manyak gibi canım sıkılırdı. Öyle oyuncaklık yaşı filan da geçmişim, e kardeşim ne güne duruyor. Onun kafasına makarna süzgeci geçirirdim, böyle deli gibi dolanırdık evde. Yazık garibim çok idrak da edemezdi, ama eğlenceli olurdu. Ya da ben mükemmelleştiriyorum o dönemleri, bilemiyorum. Ama Melo, Seni Seviyoruum! :)

7 Ocak 2008 Pazartesi

Düştüm



Geçen gün okula gidiyorum, yerler ıslak, ayağım kaydı ve düştüm. Kazayı elimde ve dizimdeki küçük sıyrıklarla atlattım. Yerden kalkınca etraftaki insanların soru dolu bakışlarıyla karşılaştım ve bir parça olsun ortamı rahatlatmak için ''hay mna koyım'' dedim. Bu bana kendimi iyi hissettirdi. Başıma gelen enteresan olayları sizinle paylaşmaya devam edicem.