28 Nisan 2008 Pazartesi

Bir Küçük Burjuvanın Gizli Çekiciliği


Son zamanlarda iki şey çok moda oldu. Bir ata binmek, iki converse giymek. Millet birbirini eziyor converse satın alabilmek için, at binmeyi öğreten kursların önünde oluşan kayıt kuyruklarıysa uzaydan dahi gözükebiliyor. Yani iş o kadar ciddi.

Şimdi sizi zamanda bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. 3 metre kadar kabloya, taksimetre benzeri bir zımbırtıya (oraya hangi yıla gitmek istediğini yazıcaksın, ben uzağa, paleolitik çağa gidiyorum gündüz açar mısın gibi şeyler olmasın, açmam) ve biraz da inanca ihtiyacımız olacak.. O sonuncusunu nerden bulursunuz bilemiyorum.

Sene 1993.. Karnelerin ekmek karşılığı dağıtıldığı zamanlar.. (ayıp ediyorum)

Fotoğrafta gördüğünüz mağrur delikanlı, ayağında conversleri, bulucini çekmiş, toplumsal baskıları elinin tersiyle itip üzerinde pippi yazan tişörtü giymiş (pippi = pipi*2), dönemin modası yeşil askılar da bombastik durmuş hani.. Buram buram soyluluk, feodalite, aristokrasi kokan bir ortamda at binmeye hazırlanıyor.. Ama o delikanlı bir sonraki çağa ait.. Zamanının ötesinde.. Tam bir küçük burjuva.. Yeni bir sosyal sınıfın doğuşunu müjdeliyor..

Yıl 2008, converse giymek, at binmek statü göstergesi olmuş. O küçük burjuva büyümüş, yarattığı trendi takip eden milyonları müstehzi bir gülümsemeyle izliyor..

Yolculuk bitti, sizi 29 Nisan 2008'e koyuyorum tekrar. Yeter bu kadar gezmek.

24 Nisan 2008 Perşembe

Hayatı Bir Tiyatro Sahnesine Benzetmek

Gerçekten olacak iş değil.

Neymiş hayat bir tiyatro sahnesiymiş, biz hepimiz oyuncularmışız, hepimizin farklı rolleri varmış.. Yok ya? Cidden mi?

Yani bazen şu mahçur edebiyata sevdiğim ettiğim yazarların da bulaştığını görüyorum ki o beni çok üzüyor. Yani en azından ben, kendi adıma konuşayım, burada oyun filan oynamıyorum, tiyatro yapmıyorum. Ben.

Hepimizin yüzüne takıp öyle insanların arasına karıştığı çeşit çeşit maskeler..

Yok öyle bi maske de takmıyorum ben. Manyak mıyım maske takıp insan arasına çıkayım, götüyle gülerler adama.

He ben insanların sahteliğini, hesapçılığını eleştiricem diyosan zaten o minvaldeki edebiyatın en iyi örnekleri verildi, boşuna uğraşma derim. Ben yine de yapıcam, maskeleri düşürücem diyosan da, bi zahmet hayatı benzeticek yeni bir şeyler bul. Ne bileyim ben?

Hayat fena halde su samurlarına benzer.. Evet kesinlikle çok benzer. Bunu şiddetle savunuyorum ben.

(Şimdi baktım şekil itibarıyla çok Rauf Tamer olmuş yukarısı. O pek hoşuma gitmedi.)

21 Nisan 2008 Pazartesi

Bazı Kirli Çamaşırlarınız

Yakın zamanda bir yere üye oldum, blog'a kim nerden gelmiş bakıp öğreniyorum. Öğrenmez olaydım.

Günde ortalama 13-14 farklı kişinin gelip burayı okuduğunu tespit ettim. Ehh fena değil, akmasa da damlıyor. Yarısı eş dost. Zorla gir bak çok komiğim, en son komik neler yazdım neler dediklerim. Diğer yarısı ise google'a tamamen alakasız şeyler yazıp bloguma gelenler.

Yani şöyle garip bir durum var, ben burada elle tutulur herhangi bir şeyden bahsetmediğim için (sünnet yazısını dışarda bırakıyorum) aradıklarını bulmak için google'a keyword giren bazı internet kullanıcıları, soluğu bir şekilde burda alıyorlar. Ve her defasında hayal kırıklığına uğradıklarına eminim. Yani belirli bir keyword yazıp, sonra benim bloguma ulaşıp, hah aradığımı buldum diyen birisinin var olabileceğinden epey şüpheliyim. Her gelen bu ne lan diyip siktiri çekiyodur. Hak vermiyor da değilim ha.

Neyse, şöyle yaptım, grupladım ben google'dan gelenleri. Ana başlıklar altında topladım. Buyrun;

1) Pratik bilgi için gelenler: Bu kategoridekiler, samimi olarak bir şeyler öğrenmek, bilgi almak istiyorlar. En çok onlara üzülüyorum, hayal kırıklığıyla dönüyorlar çünkü buradan. Elleri boş. Örnek vereyim: ''ilk zamanlar suyu nereden sağlamışlar'' (ne bileyim ben? yani yağmur filan yağıyo işte), kireç sökücü çaydanlik (çaydanlık kireçli güzel, boşver), hiç konuşkan değilim ne yapabilirim (ayna karşısına geç you talkin to me de, sora ortalığı kan gölüne çevir), sawyer şu an ne yapıyor (kendi adalelerini okşuyor, oldu mu?), hayat bozulunca başımıza ne gibi şeyler gelir (bu soruyu çok sevdim, sürreel, bir o kadar da reel. herhangi bir cevabım yok.)

2) Porno tutkunları: Yani bunlar neden geliyorlar inan bilemiyorum. İki küfür ettik diye mi? Herhalde öyle. Ama ekmek çıkmaz söyliyim hemen, sektöre katacağım herhangi bir yenilik yok. Örneklere geçelim, onlar çok fena: ''yalnız başına 31 çeken kızlar'' (genelde bu prototipteki insanlar yalnızı, yanlız şeklinde yazarlar. çok unique bir arkadaş), ''zencı pornosu fılmler'' (porno ve filmleri ayrı ayrı yazman hiç ekonomik değil), ''çükü ve götü gözüken kız ve oğlan resmi'' (niye sadece bu ikisi anlamadım)

3) Atatürk vasıtasıyla gelenler: İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Salih Bozok ve tüm silah arkadaşları.. (Her espri iyi olacak diye bişey yok.) Bu grubu da, Atatürk'ün sevdiği yerleri, sevdiği şarkıları filan arayanlar oluşturuyor. Zamanında içinde Atatürk geçen bir şeyler yazdık diye. Vardar Ovası'nı seviyodu galiba şarkı olarak, gitmek istediği yer de, hmm, Reykjavik, evet. Sessiz sakin, kafa dinlemek için. Kurtuluş Savaşı'nın stresini atmak için.

Bir de sünnet anısı, sünnet anı diye aratıp gelen çok olmuş. Bak işte o konuda kendime güvenirim, doyurucu cevaplar verebilirim. Benim alanım.

15 Nisan 2008 Salı

Cloverfield: Yine mi Böcek?

Şu anda Sierra Leone ordusunda lejyoner olarak vatani görevini yapmakta olan dostum Başar, giderayak beni bilimkurgu-horror-zombi sinemasına sardırdı. İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilemiyorum. Çünkü bu tip filmler garip bir bağımlılığı da beraberinde getiriyorlar. Yani yüzde doksanını sevmesen de, yeni bir tane izlemek için kuduruyorsun. Manyaklaşıyorsun.

Cloverfield'i de böyle bir bilimkurguya, horror'a susamışlık içinde izlemeye başladım. Yani bu el kamerası olaylarını pek sempatik bulmasam da, filmde o seçim beni o kadar da rahatsız etmedi. Asıl kanıma dokunan büyük canavarın yancısı olarak peydahlanan böcekler oldu. Bak aynı şey The Mist'te de vardı. Dünyaya doğru bir üçüncü boyut açılıyor, oradan gele gele, karafatma geliyor, peygamberdevesi geliyor. Olacak iş değil.

Cloverfield'te de böcekleri görünce küfürü bastım, dayanamadım. Hayır nedir bu böcek takıntınız anlamıyorum ki, neden bu hayvanları canavarlaştırıyorsunuz. Neden hiçbi filmde gökten canavar diye tavşan yağmıyor, tavşanlar sadece porno sektöründe mi yer alabiliyorlar, böyle bi kural mı var? Bu böcek olayı gerçekten çok abartılıyor ve yerli yersiz canavar olsun, korkunç olsun diye kullanılıyor. Ama olmuyor.

Bir başka dava da, el kamerasıyla çekim yapan dallamanın hemen önünde mini etekli süt gibi bir ablanın koşturması. Raslantı mı? Ben mi kötü niyetliyim? Yok hayır, kesinlikle böceklerle yaratılan iyrençlik bir parça göt göstererek dengelenmek istenmiş. Ama kızın bacakları filan güzeldi allah için.

O askere giden dostumla, bu tarz felaket / dünyanın sonu filmlerinde bir patlama yaşandığını da konuşmuştuk. Öyle ama cidden. Ve bunların yüzde doksanının (kesin rakamlardır) Amerika'dan çıktığını tekrarlamama gerek yok heralde. Naomi Klein'ın ''Shock Doctrine'' kitabını tanıtmak için Alfonso Cuaron'un çektiği bir kısa film var. Shock Doctrine şöyle, normal zamanlarda ''kabul edilemez'' olan piyasa metodlarını uygulamak için halk üzerinde düzenli şoklar yaratmak. Örnekler de veriyor, Irak savaşıdır, 11 Eylül'dür, Tiananmen olayları, Pinochet darbesi.. Bu savaş, felaket ve kaos üçgeni adamda ilk anda şok etkisi yaratıyor, ardından tepkisizleşiyor ve direnci kırılıyor, sonra da geçiren geçiriyor. (hayır milli maç sonrası zam yapmak buna örnek olamaz.)

Yani diyorum ki, acaba bu tarz filmlerle de, ufak ufak şoklar mı yaratılıyor, sinema bu temelde piyasa ekonomisine dayanan sistemi ayakta tutmak için araçsallaştırılıyor? Tabi bir de ben, orduya-polise her zaman ihtiyaç olur, felaketin nereden geleceği belli olmaz mesajı da alıyorum. E böyle olunca da daha çok silahlanma insanların bilinç altlarında bir ölçüde meşrulaştırılabiliyor. ''Canavar''a karşı yürütülen savaş her zaman haklı savaştır ve bunun için sürekli tetikte olmak, korkmak, korkmak ve daha çok militarize olmak gerekir?

Son sözüm şu, sik gibi film bence.

13 Nisan 2008 Pazar

Sevmediğim Bazı Şeyler

Ben de, günlük hayatta karşılaştığım ve ifrit olduğum durumları madde madde yazmaya karar verdim. Böyle aklıma geldikçe de güncellemeyi planlıyorum. Artık neye yarayacaksa. (benim burası iyiden iyiye kristensenn'in blogunun bir nevi yankısı, daha doğru ''anti''sine dönüşmeye başladı ama dur bakalım)

Başlıyorum.

* Havalar ısınmaya başlayınca, ister istemez pencereleri açıyorum. Ben öyle yapınca da bazı gödveren kara sinekler içeri girip vızır vızır dolaşmaya başlıyorlar. Hani sivrisinek olsa belki ihmal edilebilir ama bunlar eşşek kadar oluyorlar.

* Uzun süre görmediğim, ya da arkadaş bildiğim bir insanın bana eee nası gidiyo demesi. Buna dayanamıyorum. I can't stand it man.

* Yolda kendi kendine konuşan insanlar. Hiç sempatik bulmuyorum.

* Televizyonum. Her normal insan gibi kumandayı hep kaybediyorum ve kanal değiştirmek için televizyonun üstündeki düğmelere başvuruyorum. Ama bu, çok afedersiniz, mna kodum tv'sinde program+ tuşu var, program- tuşu yok. İleri gidiyorum, geri dönemiyorum. Ne zaman geri dönmek istesem, televizyonu kapayıp ve sonra tekrar açıp, başa dönmek zorunda kalıyorum. Driving me nuts.

* Yolda ünlü görmek. Yani skimde olmuyor açıkçası ama insan ister istemez bir bakıyor. Sonra hiç skinde değilmiş gibi davranmak zorunda kalıyorsun, ki zaten öyle ama yine de aklına takılıyor, nasıl davranman gerektiğini bilemiyorsun. O yüzden Sierra Leone'de yaşamayı çok isterim, insanın aklı kesmiyor orada herhangi bir ünlü olabileceğine.

* Önümde güzel bir kızın yürümesi. Yok gay filan değilim. Ama öyle olunca, sanki herkesin beni ''güzel kızın arkasından yürüyüp götünü dikizliyor'' diye ayıpladığı hissine kapılıyorum. Ya da kızın manyak sapık beni takip ediyor diye düşünüyor olabileceğinden kıllanıyorum. O yüzden ya karşıya geçiyorum, ya da adımlarımı hızlandırıp onun önüne geçiyorum. Arada ne var ne yok diye baktığım da oluyor, yalan olmasın.

* Binbir türlü karmaşık diyalog, görsel-işitsel malzeme bombardımanıyla başlayan filmer. Bi sakin ol, daha nerden baksan 1 buçuk saatin var.

* Şarkılar. En kralı bile 10. dinlemeden sonra bayıyor.

* Haltere gereken önemin verilmemesi. Futbol, futbol, futbol.. Devletimiz, insanlarımız şu konuya bir el atsalar, kalkmayacak şey yok.

11 Nisan 2008 Cuma

Minimize Me

Amerikalılar'a çok laf atılır, sizin götünüz büyük, damarlarınızda ketçap mayonez akıyor, allahınız big mac hamburger olmuş diye. Yani evet, bu kadar şişmanlamak, göt büyütmek hoş bir durum değil. Ama tersi? O çok mu süper bişey? Hiç zannetmiyorum.

Sadece benim yakın çevrem mi böyle bilmiyorum ama, insanların bir zayıflama manyaklığına doğru ilerlediğini tespit ettim geçen gün. Bunun için de bazı zımbırtılar kullanıyorlar, herbalife denen karın ağrısı mesela. Halam bunlara sardırmış, tüm aileye de yaymaya çalışıyor. Napıyorsun, insan gibi şeyler yemek yerine, sabah akşam toz içiyorsun. Bunu aklım mantığım almıyor.

Bir de anlatıyor, toplantılar yapıyorlarmış, herkes nasıl zayıfladığını anlatıyor, alkışlar alkışlar, bu titancılar gibi. Bir sonraki adımda da bellerine kuşak bağlayıp doğum günü partisi yaparlar heralde. Allahım ya.

Dehşetle karşıladığım bir şey de, ufak çocuklarına bile bunları kullandırmaları. Yok protein hapı, yok vitamin hapı, yok balık yağı, herbalife çayı, enerji içeceği.. Sıkıntı bastı bak. Tozla beslenen çocukların ileride embesil olması kaçınılmaz değil mi? Hem normal bir şeyler yemek sadece beslenmekle alakalı bir durum değil ki. İnsanı mutlu eden, diğer insanlara yakınlaştıran, gayet sosyal bir olay. Bunların hepsini bir kenara bırakıyoruz, ailece hapla besleniyoruz. Yuri Gagarin miyiz lan biz? Mars'ta mıyız? Biraz yerinizi bilin, adam olun.

Yani zayıflama olayına bu kadar da takılmayın, içlerinde insana karşı merhamet ve yardım etme arzusu olmayan pazarlamacıları zengin etmeyin diyorum. Kendinizi yemek yemenin zevklerinden mahrum etmeyin. Tabii dikkat edin filan ama tozla hapla da olmaz bu işler. İlerde çükünüz düşer, manyağa bağlarsınız. Burda bilim konuşuyor.

4 Nisan 2008 Cuma

Alternatif Bir Seyahat Güzergahı

Herkes çok gezmek istiyor, herkesin görmek istediği yerler, tanışmak istediği farklı insanlar var. Ama nedense bu yerler ekseriyetle deniz kıyısı, palmiye yamacı ya da kar kaplı ve sakin; insanlar ise bembeyaz, erkekse bombastikyakışıklıkırmızıyanaklı, kızsa sütgibipamukellinorveçli oluyor. İstisnası yok bunun.

Bu kanıya nerden vardım? Çok blog gezdim, çok okudum, çok seyahat macerası dinledim, çok tv izledim. Farkına vardım ki kimse Afrika ve benzeri ''anası ağlayan'' coğrafyaları keşfetmek, orada farklı arkadaşlıklara yelken açmak istemiyor, kimse buraları siklemiyor, çok afedersiniz.

Yoksulluk, aç Afrikalı çocuk fotoğrafı da koydum ki, belki imana gelirsiniz diye. Bir de tersinden keşfedin anasını satıyım şu dünyayı.