17 Mayıs 2008 Cumartesi

Tiyatro Geçmişim


Yani Shakespeare filan oynamadık ama biz de kendi çapımızda yaptık bir şeyler. Bizim ortaokulda istiklal marşının yıldönümü gibi bir olay kutlanıyordu, edebiyat hocası da dedi hadi mehmet akif ersoylu istiklal marşlı bi oyun sergileyelim. Tamam dedik, kolları sıvadık.

Tabii sen böyle bir oyun yapıcam diyosan bir istiklal marşına bir de Mehmet Akif Ersoy'a ihtiyacın var, bu ikisi olmazsa olmaz. İstiklal marşı hazır yazılmış, cepte, o tamam. Ama mevcut Mehmet Akif Ersoy yok, ne yazık ki. Ona birisini uydurmak gerek. Yani nedense, hiç panislamist bir adam olmamama rağmen, sen efendi çocuksun kıvırırsın ses tonun filan da fena değil diyerek beni göt altına attılar. Sakal filan da yok o dönem, beyaz hiç değil, ama allahtan takma sakal filan gibi maskaralıklar olmadı.

Neyse, böylece rolü kaptım, çok afedersiniz ebem .ikildi ezberleyene kadar. Bir de senaryo şöyle malum, ben istiklal marşını yazıyorum, seçiliyor filan, çok temiz para veriyorlar, ben de yok ben para için yazmadım deyip reddediyorum. Olacak iş değil. Çok afedersiniz ama, ben alırım o parayı. Boru değil 10 kıta götüm düşmüş yazana kadar. Yani havadan gelmiyor ki, komisyon filan mı alıyorum, tefecilik mi yapıyorum, hayır. Kapı gibi istiklal marşı yazmışım, kıta başına 1 liradan, 10 lira almam gerek. Zamanın parasıyla çok iyi para, siz bilmezsiniz. Hani toplu olduğu için pazarlıkla 8'e 9'a inerim ama anca o kadar, kurtarmaz çünkü.

Ama napalım, rol icabı gurur yaptık, istemedik parayı. Neyse helal olsun artık yapıcak bir şey yok. Ama yani Alihan bile kıçı kırık bir şarkısı orda burda çalıyo diye onlarca telif alıyordur, ben istiklal marşı yazmışım, her allahın günü herkesin dilinde, cebime üç kuruş girmiyor. Vatan sevgisi filan bunlar hoş şeyler ama bir yere kadar. Her şey tadında güzel.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Minik Bir Uyarı

Gerçi yakın çevremin, aynı ben gibi, hep şatoda filan oturduğundan, hayatında akbil otobüs görmediğinden eminim. Ama yine de, ne olur ne olmaz diye, sizi yeşil otobüslerde başlayan cadı avına karşı uyarmak istiyorum.

Malum bu bahsettiğim otobüslerde cep telefonuyla konuşmak yasak, otobüs manyaklaşıyor orası burası kitleniyor diye. Uzun süredir unutulmuştu ama, pek öyle kaza olmayınca heralde, konuşan olursa eskisi gibi muhtemelen gazete okuyan orta yaşlı bir abi ya da panikatak bir teyze tarafından uyarılmıyordu. Bu iki ''tür'' kendi kabuğuna çekilmişti.

Ta ki Atv ana haber bülteninde o haber yapılana kadar.. Otobüste biri telefonla konuşuyormuş, kuvvetle muhtemel o yüzden direksiyon kitlenmiş, kaza olmuş. Zaten ben bu haberi görünce bi kıllandım. Yani cep telefonuyla konuşursun yılda bir kaza olur, ama böyle bir hassasiyeti tekrar alevlendirirsen yüzlerce tedbirsiz insanın hayatını zindan edersin. Teraziye koy bi bunları.

Neyse, son iki günde yaptığım iki küçük otobüs seyahatinde cep telefonu yüzünden dört tane majör kavga çıkınca, durumun vehametini daha iyi kavradım. Derhal telefonumun sesini kıstım, cadı avı başlamıştı.

Yani siz siz olun, sakın, ama sakın, şu birkaç hafta yeşil otobüste cep telefonu açmayın. Azcık sıkın dişinizi. Çok özür dilerim ama, ne kadar ciddi olduğuma ikna edilebilmeniz için küçük bir şoka ihtiyacınız var: Si-ker-tir-ler. Adamlar kan istiyor, kurban istiyor. Tetikte olun.

4 Mayıs 2008 Pazar

Tavuk Suyuna Terbiyesiz Bir Öykü

İlk önce, beynimin içine bir haber genel müdürünün yuva yapmış olabileceğinden endişe ettiğimi söylemek istiyorum. Neden mi? Dün gece, erkence yattım uyuyacağım, ertesi gün sınava gireceğim için. Haliyle alışık değilim 4'ten 5'ten önce uyumaya. Yatakta bir yandan döneniyor, bir yandan düşünüyorum. Ve o anda, adeta bir slayt gösterisi gibi, hayatımda girdiğim ne sınav varsa öss, les, kpss vs. (bu sınav değil sonuncusu) hepsinin öncesinde ya da sınav anında ne yaptıysam, ne yaşadıysam, nelere dikkat ettiysem hepsi tek tek muhayyilemde (bunu doğru kullandıysam artık sırtım yere gelmez benim) canlanmaya başladı. Çok net görüntülerdi, noluyoruz lan dedim. Böyle yeni başkanlık seçimi öncesi daha önceki seçimlerde ne olmuş ne bitmiş özet geçen Amerikan kanalı gibi.

Neyse gittim bu KPDS denen sınava girdim. Fantastik geçti, lan götoş sanki İngiliz soylususun dedim kendi kendime. Keyfim yerine gelmişti.

Hele sınavdaki çok acayip paragraf sorularını hatırladıkça daha da neşeleniyordum. Biri Tibetlilerle ilgiliydi. Zorluk derecesi en yüksek olan paragraf, adamlar öyle kasmışlar ki o yüzden hazırlarken, kutlarım, gerçekten bir sik anlaşılmıyordu. Ama o anda, hemen imdadıma, özel zaman ayırıp okuduğum romanlar geldi, roman güzel kelime değil, meramımı anlatmıyor, fiction diyelim (güzel geçince götüm kalktı.) Az sonra yazacaklarımla metinlerarası olun, bir disipline saplanıp kalmayın, hayvan gibi bilgili olun tamam ama bunun için ansiklopediye, bilimsel makaleye fit olmayın, roman da okuyun gibi bir mesaj vereceğim. Önceden uyarayım dedim.

Neyse, dediğim gibi bu Tibetli paragrafından bir sik anlaşılmıyordu. Acaba soruyu nasıl cevaplayacaktım? Ne yapacaktım? (...) Tamam heyecanlanmadığınızın farkındayım. O anda imdadıma Salinger yetişti, budizme de sardırmış, çok güzel bir abimdir, çok severim. ''Franny ve Zooey''sinde, Franny'nin manyak gibi kafayı taktığı ve sürekli tekrarladığı, ona abisinden, abilerine de budist rahiplerden miras kalan bir dua vardır. İnanış odur ki, ''inanç'' kendiliğinden değil, bu duayı tekrar ettikçe kazanılır. Franny de sürekli aynı duayı mırıldanmaya başlar, tam balataları çizecekken, Zooey ona asıl kutsal olanın bu dua değil annesinin bunalım kızına boğazından bir şeyler geçsin diye sürekli getirdiği, onun da sürekli geri çevirdiği tavuk suyu çorba olduğunu söyler. O paragraflar enfestir, ben canım sıkıldıkça alır onları tekrar tekrar okurum, kutsal bir kitabı okurmuş gibi. Siz de okuyun, o kitabı hediye etmeyi de çok severim, ederim. Tavuk suyu çorbayı da severim.

Yani bu aynı duayı sürekli tekrarlama şeklindeki budist ritüelini, bu ''Franny ve Zooey''den biliyordum. Okurken ilgimi çekmiş aklımda yer etmişti. Sınavda da onla alakalı bir şeyler çıkınca, hadiseyi kabaca bildiğim için, affetmedim.

Affetmem.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Derin Siyasi Analizlerimden Sadece Biri


Ben genel olarak, bu 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi, polisin askerin aşırı güç kullanımını, savaşsızlığa bağlıyorum. Yani ilkokuldan beri beyinler öyle safsatalarla yıkanmış ki, niğbolu savaşında 3 kişiyle (evet sadece 3) yüzbin kişilik orduyu sikerttik, dokuz kıtaya yayıldık (o kadar kıta varsa), savaşçı insanlarız filan diye.

Yani evet savaşçı insanlarız, genlerimizde var da ondan böyle hadiseler çıkıyor demiyorum. Öğretilmiş bir savaşçılıktan bahsediyorum. E ama şimdi fetih filan zor, kimsenin gözü kesmiyor. Atlarla filan sefere çık, adama götüyle gülerler. Uluslararası kamuoyu dedikleri de böyle bir şey zaten. Uluslararası baskı enstrümanlarından en önemlisi bu, götüyle gülmek. Çok etkilidir, dünya barışının güvencesidir, kimse bilmez.

Fetih yok dedik, komşulardan herhangi birine savaş açmak da epey zahmetli olur. Hani zahmetli de demeyelim de, yemez diyelim. Öylesi daha doğru. O zaman ne yapıyoruz, asker zaten güneydoğu ile fit oluyor. O savaşa susamışlık orada gideriliyor. Polise ne kalıyor?

Böyle 1 Mayıs'ta orada burada ''itaatsizlik'' edeni dövmek, eskilerden ''şirin'' bir meydan savaşını simüle etmek. Yani bir nevi zamanda yolculuk, nostalji rüzgarı.. Hani 80'ler 90'lar nostaljisi fena olmuyor da, 1300'lerde savaş çok modaydı haydi o ruhu tekrar canlandıralım diye ortamın mna koymaya gelince iş, o kadar nostalji de iyi olmuyor.

(1 Mayıs diye kardeşimin doğum günü de hep ikinci planda kalmıştır dünya kamuoyunda. SSK'lı olsun diye bir muhasebecinin yanında temizlik işçisi olarak işe başlamış gösterilmesi, hemen ardından doğum günü, işçi bayramı.. Onun için fırtınalı, ama bir o kadar da güzel günler.. Telefonda doğum gününü kutlarken kendisine bu mutlu gününü espri malzemesi yapmayacağıma söz vermiştim ama elden ne gelir, sen de dişini sıksaydın 2 Mayıs'ta doğsaydın arkadaş.)